Türkçe bir kabile lisanı değildir.
Okyanusu kavanoza sığdıramazsınız.
Ecdadımızın tarihin derinliklerinden bize seslenişini işitmek istiyoruz.
Şairlerimizi anlayabilmek, mütefekkirlerimizle hasbıhal edebilmek istiyoruz.
50 kelimeyle değil. 5000 kelimeyle konuşup düşünmek istiyoruz.
Köksüzlük, estetiksizlik, sığlık, güdüklük… Yeter artık!
Uydurukçayla mücadele bir şeref ve haysiyet meselesidir.
Cemil Meriç, Fransız İhtilali’nin bütün mukaddesleri yerle bir ettiğini, sadece kamusa saygı gösterdiğini tespit ederek şöyle diyor: Dilini kaybetmiş bir millet yok olmaya mahkûmdur. Kamus bir dildeki bütün kelimeler veya sözlük demektir. “Kamus Namustur!” Bayraklaştırılacak kadar güzel bir söz. Kendi lügatını (sözlüğünü) yakanların nasıl isimlendirilmesi gerektiğini ima ediyor.
Yedi düvelde at koşturan, yedi iklime adaletle hükümferma olan bir medeniyetin lisanı, gittiği her bahçeden çiçekler derlemiş. Farsça ve Arapça gibi köklü lisanlardan aldığımız kelimeler Türkçenin içinde öylesine erimiş ve öylesine mezcedilmiş ki, geldikleri yerde taşıdıkları manaları tamamıyla kaybetmişler. Türkçe, bu kelimelere apayrı bir kimlik bahşetmiş.
Osmanlıca diye ayrı bir lisan yoktur. Özbeöz Türkçedir. Hakiki Türkçedir.
Sonradan uydurulan ve Türkçeyle hiçbir alakası olmayan kelimelere “Öz Türkçe” denilmesi gülünçtür. Kandırmacadır. Öz dediğiniz, işin özünde, kökünde, mayasında, dibinde ve benliğinde var olmalıdır. Sonradan izafe edilen bir şeye öz demek, en hafif tabirle maskaralıktır.
Çocuklarımıza, bilmediği bir kelimenin manasını sözlükten bakma alışkanlığı edindirmemiz gerekiyor. Her evde, muhakkak bir Türkçe lügat bulunmalı.
Fuzuli’nin beyitleriyle neşelenmeyen, aşkı bir de Şeyh Gâlib’den dinlemeyen, Nâilî, Neşâtî, Hayâlî, Bâkî, Nefî ve diğer “Türk” şairleri okuyamayan lütfen kendini Türk saymasın.
Bırakınız bu zirveleri, çok daha yakın geçmişte yaşayan Necip Fazlı’ı bile anlayamayan gençleri gördükçe kahrolmamak elde değil.
Lütfen kendimize soralım: günde kaç defa lügata müracaat ediyoruz?
Shakespeare’i anlamak ne kadar bir İngiliz’in hakkıysa, bir Fransızın Hugo’yu anlamaya ne kadar hakkı varsa, bizim de klasik eserlerimizi okuyup anlamaya o kadar hakkımız var.
Bin küsür yıllık birikiminden mahrum olan bir başka toplum biliyor musunuz?
Türk milleti elli küsür yıldan beri mi var dünyada?
Kimse bu yazılanları bir takım dar ideolojik kalıplara sığdırma gayretine girmesin. Bu mevzu, zaman ve devrânın ötesinde, bütün bir medeniyetin komadan uyandırılıp şuurunu kazanmasıyla alakalı.
Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar kıymetli olan muazzam ve muhteşem eserlerimizin kütüphanelerde çürümekte olduğunun farkında mısınız?.
Sizden kırk elli yıl evvel yaşayanların dahi yazdıklarını lügat karıştırmadan anlayamadığınızı biliyor musunuz?
İran’da bile, kaç yüzyıl evvel yaşamış olan Hafız, Sadi ve Mevlana’nın eserleri her evde rahatlıkla okunup anlaşılıyor.
“Türk kültür ve medeniyeti” denildiğinde, bir kaç dergi ve ders kitapları mı anlaşılıyor? Öncesi yok mu?
İstanbul’u fetheden Fatih Türk değil miydi? Kanuni Yunan mıydı? Yavuz Rusya’dan mı gelmişti?
İftihar ederek övündüğümüz öz atalarımızın lisanını anlamaktan aciziz. Bundan daha vahim bir derdimiz olamaz.!
Enflasyon haneleri, ihracat rakamları, AB kriterleri ve gündelik siyasi tartışmalardan başka bir şey düşünemez olduk.