1908 yılında, Free Hindustan (Hür Hindistan) gazetesinde Leo Tolstoy’un “Bir Hindu’ya Mektup” isminde bir makalesi yayınlanır. Aslında makale, Tarak Nath Das’ın Tolstoy’dan Hindistan’ın İngiliz esaretinden kurtulmasına destek olmasını talep eden iki mektubuna gönderilen bir cevaptır. Tolstoy, mektubunun bir yerinde şöyle demektedir:
“İnsanlığı bütün hastalıklardan kurtarmanın yegâne ilacı aşktır, sevgidir. Halkınızı esaretten kurtarmanın metodu da bu sevgide mevcuttur. Kadim zamanlardan beri, sevgi ve aşk, … halklarınız arasında hususi bir güç ve şeffaflıkla ifade edile gelmektedir. [Şimdi ise…] Bir ticari şirket iki milyonluk Hindistan’ı köle yapmış durumdadır. Zayıf ve sıradan otuz bin insanın iki yüz milyon güçlü, akıllı, kabiliyetli ve hürriyet-sever insanı tahakküm altına alması nasıl olabilir? Sadece bu rakamlar bile Hindistanlıların İngilizler tarafından değil de Hindistanlıların kendisi tarafından esaret altına alınmış olduğunu açıkça göstermiyor mu? Hindistan halkı köle olmuşsa … [bunun sebebi] aşk ve sevginin ebedi kanununu terk etmelerindendir. İnsanlar şiddetten kaçınıp sevginin kanununa uyumlu halde yaşarlarsa birkaç yüz kişinin milyonları köleleştirmesi şöyle dursun, milyonlar bir tek kişiyi köle haline getiremez.”
Tolstoy’un Hindistan’a gönderdiği mektup Türkistan’ı hatıra getiriyor:
Çok düşünüyordum, “Ne oldu bize” diye. Son üç yüzyıldan beri kapkara bulutlar ve kıpkızıl fırtınalar misali üstüne dökülen “izm”ler yığını ne götürmüştü Türkistan’dan? Her şey aynıydı aslında. Türkistan ve Türkistanlılar yerli yerinde duruyordu. Evler, insanlar, kitaplar, lehçeler, eserler ve yollar… her şey vardı. Ve sonunda anladım: “Aşk”tı bizden alınan. Türkistan’ın harcı, yani İlahî aşk!
Türkistan’ı Türkistan yapan sevgi, muhabbet ve aşktı. Şairler, âlimler, askerler ve erenler… yüzyıllar boyu aşkı terennüm ettiler. Kutup yıldızları gibi istikamet verdiler. Bütün Türkistan’ı tek bir ruhta birleştirdiler. Devletler kuruldu, eserler verildi, zaferler kazanıldı, fetihler gerçekleşti. Hepsi aşk sayesinde oldu. İlimden sanata, eğitimden ticarete, siyasetten muharebeye her şey aşk için yapılıyordu. İlahi aşk kaplamıştı Türkistan’ı.
Bizleri ne Kızıl Ordunun topları yıktı, ne düvel-i muazzama kuvvetleri. Bizleri yıkan kelimeler oldu. Kelimelerin istilasına uğradık son üç asırda. Bütün mefhumlarımız elimizden alındı. İçimiz boşaltıldı. Ruhsuzlaştırıldık, cismanîleştirildik.
Yeniden Dîvan-ı Hikmet’e başvurmalıyız. “Yetiş ya Behaeddin-i Belagerdan” diye seslenmemiz gerek. Kaşgarlı Mahmut’tan öğütler almalı, Nevaî’den beyitler mırıldanmalıyız. Semerkand, Semarkand-ı Şerif olmayı hak etmeli. Aşkabat, adına layık davranmalı. Budin ve Peşte arasında bir köprü inşa edilmeli. Gönüller buluşmalı. Türkistan ulvî aşkta birleşmeli.
Yirmi birinci asır, kelimelerin mücadele asrıdır. Kelimelerine sahip çıkamayan davayı kaybedecektir. Türkistan’da Birlik sadece ve sadece kelimelerle inşa edilebilir. Kelimelerle bir dünya inşa edebilmek için, kadim zamanlardan beri sahip olduklarımızı yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Atalarımızın önüne diz çöküp aşkı yeniden dinlememiz şart.
Hindistan’lılar otuz bin kişi tarafından esir alınmıştı. Türkistan kelimelerin esaretindedir. Bütün mesele, yeniden bakmayı başarabilmekte. Yeniden ve Türkistan penceresinden. Ama önce inanmak gerek. Herkesin inanması gerekmez. Yılanı sürükleyen başıdır. Her şehirden yüz kişi inansın, yeter.