Onca artan devlet ve vakıf üniversitelerine rağmen Türkiye’de hâlâ milli ve yerli bir akademi algısı oluşmamıştır. Mesele YÖK de değildir. Üniversitelerin hâlâ fen bilimleri ağırlıklı fonlanması, kurulan yeni bölümlerin, o bölümleri kuranların vizyonuyla doğru orantılı olarak gelişmesi, genelde dışarda okuduktan sonra Türkiye’ye dönenlerin, dışarda aldığı temelleri en yüksek ve mutlak görmesi, hatta dışarda üretilen bilimi objektif sanması, doğrudan kabul edilmesi gerektiği zannı, sosyal ve beşeri bilimlerin ihmal edilmesi, Ermeni Meselesi dâhil olmak üzere birçok konuda Devlet ve Milletin elini güçlendirecek bilgi üretim ve yayımını zorlaştırmaktadır. Sonuç olarak da, Türk akademisi, ülke gündemine dair bilgiler yerine, dışardan gelen gündemin kuyruğuna takılarak bilgi üretmeyi normal ve hatta elzem görmektedir.
Oysa en iyi üniversitelerin olduğu ABD’de Harvard ve Princeton gibi üniversiteler, devletle girift ilişkiler içinde devletin stratejik konularda aydınlanmasını sağlayacak araştırma alanlarında yoğun çaba harcamaktadır. “Medeniyet Çatışması” tezinin sahibi Huntington gibi akademisyenlerin bu süreçten geçtiğini hatırlarsak meselenin önemi daha da artacaktır. Türk medyasının da akademisyenlere, gazetecilerden çok az yer verdiği düşünülürse, bilgi üretim konusu kadar, bilgi aktarım mekanizmalarındaki sorun da aşikâr olacaktır.
Nitekim ciddi entelektüel yoğunluğu olan çalışmalar ya birkaç yüz akademisyen arasında top çevirmeye dönmekte ya da akademisyenlere önceden sunular filtrelerin popüler darlıkları onların girecekleri konuları da “halka” indirgemeye zorlamakta, “halk” kimse, hem akademiyi hem de siyaseti böyle etki altına almaktadır. Ve aslında “halkın” anlamadığı vehimleri, halktan değil, “halka inme” ve indirme” çabasında olan zevatın hayal mahsulü olarak devam etmektedir. Fikirler basitleştikçe, sadece iç piyasa geçerliği esas olmakta, asıl çatışma alanı dış ülkeler nezdinde anlamsızlaşmaktadır. Oysa aklını Devlete de teslim etmeyen ama devletçi akademisyenlerin varlığı, milli ve yerli bakış için tüm sosyal ve beşeri bilimlerde kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Belagatin gücü, bilginin gücünü aşarken, modern dünya siyaseti, bilgisi, algısı da aynı tarzda şekillenmektedir. Türk akademisyenlerinin, yabancı dil sıkıntıları başta ama ondan da önemlisi, en iyisini hep kendi haricinde başkalarının yapacağı düşüncesiyle, ya da bir üst akademik veya idari makama sıçrama hevesi bu bilimsel ve milli derinlikleri ıskalamaktadır.
Üniversitelerimizde, Alman Çalışmaları, Yahudi Çalışmaları, Amerikan Çalışmaları, İngiliz çalışmaları kurulmalıdır. Bu ülkelerin kültürlerini derinlikleriyle bilince, neye nasıl tepki verdiklerini ve vereceklerini de daha iyi anlamış olacağız Aksi durumlarda, çalıştığı alanların hayranı, çalıştığı kültürü en üst kültür bilen ve amacı onları sadece yaymak olan insanları bizzat kendi kurumlarımızda “üretmiş” olacağız. Üretenin üreteceği bilgi ise, üretim bilgisinin kullanım kılavuzu kadar olmaktadır.
Entelektüel çalışmalar küresel derinlikte ve fakat Milli ve yerli bir mantıkla filtre edilerek yapılmalıdır. Bu da tercüme ya da telif olarak aktarılan bilginin, Türk akademisyenlerince eleştirel düşünceye, propagandaya kaçmadan, asıl zahmetli olan düşünceye karşı düşünce üretmek suretiyle üretilmesidir. Onu becerdikten sonra, ülke içi sorunlu alt kültürler dâhil olmak üzere çalışılmayacak alan yoktur.