Türkiye’de iktidar olmanın yolu, “kim” olduğumuz sualine verilecek cevaptan geçiyor.
Son dönemde, Türkiye’de meydana gelen en büyük değişiklik, kimlik algılamasıyla alakalıdır.
Önceleri, kim olduğumuz sorusuna şöyle cevap veriliyordu: On yılda on beş milyon genç üreten; Türkçeyi Arap ve Acem kalıntısı kelimelerden temizleyen; devleti gericilerden arındıran; kökenlerini Anadolu’nun kadim uygarlıklarında arayan; Batıcı, ilerici ve genç Cumhuriyetin mensuplarıydık. Biz Osmanlı’nın devamı değildik: Osmanlı; torba sakallı, şeriatçı, eli kırbaçlı, pala bıyıklı, tekke ve zaviyelerin kıskacında sıkışıp kalan köhne dünyayı temsil ediyordu. Bizse piposu, papyonu, dansı, içkisi ve her şeyiyle modern dünyanın insanlarıydık. Bizi dünya böyle kabul etmeliydi. Geçmiş geride kalmıştı. Biz gelecekten gelmiştik. Kimliğimiz, “ulusal” sınırlarımız içindeki “yurttaş”lıkla paralellik göstermeliydi.
Şimdi ne değişti?
Küller üflendikçe, “ecdat” isimli kor çıkmaya başladı gün yüzüne. Kıpkızıl bir kor, tıpkı kızılelmamız gibi. Geçmişin boy aynasına bakarak tanımaya ve tanımlamaya başladık kendimizi. “Kimsiniz” sualine, “evlâd-ı fatihân” diye mırıldanıyoruz artık. Biz “yurt”taş değil, “vatan”daşız. Vatanımızın sınırları, medeniyetimizin sınırlarından geçmekte. Tac Mahal’i biz inşa etmemiş miydik? Mostar bizim köprümüz değil miydi? Divân-ı Hikmet’i yazan bir başkası mıydı? Akdeniz kimin gölüydü? Balkanlar, Kafkaslar, Çin Seddi, Viyana… bize neyi hatırlatmalıydı?
Kendini tanımayan, neyi tanıyabilirdi ki?
Cumhuriyet tarihinde, susturulamayan vicdanın narâsı olmaya nâmzet olan her hareket kitleler tarafından kabul edildi.
Bu topraklar, son yüz yıldır kalbinde sakladı bu hasreti. Güvendiğine, layık gördüğüne tevdi etmek istiyordu. Kimi zaman ürkek, kimi zaman tereddütle. Bu şuurlanma hareketini, kendinden menkul bir çıkış saymamalıdır. Bin yıllık medeniyetin günümüzdeki tercümesi.
Hangi parti olursa olsun, hangi siyasetçi olursa olsun; “kim” olduğumuzun idrakine varabildiği ölçüde muvaffak olacaktır. Bu medeniyetin üretilmeye, inşa edilmeye veya kurulmaya ihtiyacı yoktur. Keşfedilmeye, anlaşılmaya, idrak edilmeye ve bugünkü şartlarda yeniden ele alınmaya ihtiyacı vardır.
Bin dört yüz yılda şekillenen medeniyet sathındaki kimliğimizin üzerini; zorla, inkârla, reddetmekle en fazla yüz yıl örtebilirsiniz. Ne yaparsanız yapın, bu topraklar, şahsiyetini tezahür ettirecek kadroları, halkın vicdanına tercüman olacak liderleri bağrında besleyecek ve eninde sonunda iktidara taşıyacaktır.
Vatan, mukaddesat, ecdat, imân, ülkü… ve benzeri mefhumlar toplumumuzun en büyük zaafıdır. Tıpkı ekonomi (ve para) gibi.
Şuurlu ve rasyonel fertlerin üst üste yığılmasından ibaret olan kitleler; irrasyonel, manipülasyona açık ve şuursuzdurlar. Semboller manzûmesinden müteşekkil komutlarla idare edilirler. Azgın bir boğa, yabani bir at gibidirler. Doğru zamanda, doğru komutları verebilen liderler boğaya binebilir, atı ehlileştirebilirler.
Toplumumuzun dizginlerini elinize almak; derinden dönüştürüp değiştirmek; genleriyle oynamak ve onun değerler noktasındaki hassasiyetlerini tahrif etmek istiyorsanız, zayıf noktasından yaklaşmanız icap eder.
Hakiki demokrasi resmi kurumların demokratikleşmesiyle değil; fertlerin, şuursuz ve irrasyonel yığınlardan ayrılarak; şuurlu ve rasyonel davranabilmesiyle mümkündür.
Vatan, mukaddesat, ecdat, iman, ülkü… vb değerlerimize sahip çıkmak istiyorsak, hakîkî mânâda demokratikleşmeye ihtiyacımız var. Aksi halde, sürü gibi güdülürüz.
Kim olduğumuzu unutma gafletine kapılırsak, tepetaklak oluruz.