Şiir ve Şair
Şiir; söz, fikir, vehim ve zannın ötesine geçip mutlak hakikati ebediyyen arama cehdi. Zaman ve mekanın ötesinden nurları topraktan dehlize getirmektir şiir.
Şiir, yani muvâzene: Sûretle hayâl, mücerretle müşahhas, kâfiyeyle mânâ, kalıpla ürperiş, akıl ile aşk, şuur ile aşk serhoşluğu, sahv ile sekr… arasında bir ahenk.
Şair, hislerin ve şuurun üstüne çıkıp idrâkin daha yukarı merhalelerine, ötelerin ötesine doğru sıçrayan kişi. Beden kalıbından, beynin ve şuurun hudutlarından dışarı çıkar.
Aklın nefessiz kaldığı, şuurun kanatlarının dermansız kaldığı bir hayret, şaşkınlık âlemine vâsıl olmuştur. Kelimelere sığmayan hakîkat-i üryân gözlerini kamaştırmış, kalbini genişletmiştir.
Anlatılamayanı nasıl anlatsın: Kelimelere sığmayanı; esrarlı, rumuzlu ve tılsımlı bir iksirle ancak sezdirebilir.
Şair, kendini; kendisi dahi anlamayan adamdır. Çok köşeli, çok katmanlı, çok perdelidir.
Şair mânânın mimarı değil; fatihidir. Mânânın yeni dehlizlerine ışık tutar, farklı cihetlerden görülmelerini temin eder.
Hakikat sırlarla dolu, üzeri esrar perdesiyle örtülü. Ehil olmayanların içeri alınmadığı sırlar meclisinin esrarı uluorta her yerde söylenmez. Fakat harâbât ehli âşıklar mazur görülür. Şair, o perdeyi aralayan, gördüklerini neşideler halinde mısralarına şifreleyen hakîkat dîvânesidir. Bu şûh, sermest ve serâzât meşrep tayfa, kimi zaman müzip, bazen de gördüklerinden başı dönmüş sekr halindeki serhoş misalidir.
Uçmak da gerek…. sadece kaideleri bilmek, malumatlı olmak ve kelime haznesinin genişliği kâfi değil. Bir fezâ-i şâirânede uçuş şart: Yoksa o rakîkliği, o bediîliği, o incelmeyi başka türlü veremez. Bir de ilham ve bir avuç sis gerek.
Şair, cemiyete hayâl kurduran, rüya gördürendir. Hayal kuramayan toplumlar tarih sahnesinden silinmeye mahkum. Yüksek ahlâkı bir ideal olarak fertlere hedef belleten; müstahkem ve sıhhatli cemiyetlerin harcını karan işçidir. Osmanlı, bir ahlâk medeniyetidir mesela. Temellerinde, Ahmet Yesevî’nin, Şâh-ı Nakşibend ve daha nice ma’rifet ehlinin döktükleri ahlak harcı yok mu?
Şiir Sanatı
Şiirin ne olduğu suali insanoğlu kadar eski. Avesta, Vedalar, Gılgamış, Sundiata, Şu King, Piramit Metinleri ve daha nice unutulup giden kavimden bugünlere ulaşabilen sadece mısraları.
Şiir ve şairlerin tasnifi; saymakla bitirilemeyecek kadar muhtelif. Tasnifte işin nihayeti; geometrik şekiller misali keskin hatlarla ayrıştırmanın abesliğine kadar dayanmakta.
İslamiyet öncesinde düz yazıdan ziyade, şiir vardı. Şiir; ahenkli, kafiyeli sözdür derlerdi. Ebu Hilal el-Askarî, medh, hicv, tavsif, teşbih ve mersiye olmak üzere beş parçaya ayırmış şiiri. Antik Yunanlılar, ruhun (nefsin) inkıbâz ve inbisâtına sebep olan beyanlar şeklinde tarif etmişler. Hamâsî şiirin, komik ve trajik dramaların yaygın olduğu döneme denk gelir bu tarif. İnsanları tedirgin ettiği için hayatı boyunca taşlanıp lanetlenen Euripides bu tarife ne kadar şamil?
Batılılar bîgânedirler bizim şiirlere. İsmen ve şeklen aynı olsalar da mazmun bakımından tamamıyla iki farklı cihandır İslam medeniyetindeki şiirle Batı medeniyetindeki şiir: Batı, atomu parçaladı, Mars’a ulaştı, kuvantum fiziğinden nano teknolojiye kadar madde planında başdöndürücü ilerlemeler katetti. Maddeden devâsâ bir bina kurdu. İslam medeniyeti ise, mânâ temeli üstünde kelimelerden bir bina inşa etti. Semâları delip geçen; arşa, hatta ötelerin ötesine uzanan bir saray. Mısralar, bu sarayın duvarlarında bazen tuğla, bazen harc, kimi zaman da nakş ü nigâr.
Kahramanlar şiirlerde destanlaşır, efsâneleşir ve ölümsüzleşirler. Şiirde dalgalanmayan bir bayrağı, hangi rüzgar dalgalandırabilir? Bir cemiyetin hafızasındaki acı, ızdırap ve trajediyi şiirden daha sarih ortaya koyan bir başka mecra var mı? Şiirlerin bıyık altından gülmesi, istihzası ve hicvi değil mi geçmiş cemiyetlerdeki çürüklüğün kokusunu burnumuzun direğinde hissettiren?
Şiirin Gâyesi
Şiirin gâyesi, güzellik, bediîlik (estetik) ve ahenk içinde mutlak hakîkati aramak. Mutlak hakîkat, Allahü teâlâ olduğundan, her türlü heyecan, malûmat, müşâhede ve seziş büyük bir remzîlik ve sırrîlik içinde ifade edilir.
Şiir sanatı, cemiyet için veya sadece sanat için değil, mutlak hakîkate ulaşmak içindir. Mutlak hakîkati terennüm etme yolunda, kelime malzemesinden sanat eseri inşa edilir. Mânâ zirvesine çıkılırken; mutlak hakîkate götüren ahlâkî ve ictimâî yollar tarif edilir. Tabiattaki güzellikler, mefhumlar ve en alelâde eşya ele alınırken dahi, mutlak hakîkatin aksleri ve tecellîleri şeklinde ele alınır. Bu itibarla, şiir İlâhî hakîkate olan aşktır. Zerreden arşa, ötelerin ötesine kadar; mücerred ve müşahhas ne varsa aşk pertevinde müşâhede ve mülâhaza edilir. Tasvirleri, kavgası, ızdırabı, nâlesi ve şarkısı İlâhî aşkın ifadeleridir.
Bu demek değildir ki, şiir başka içtimai ve ferdî meseleleri ele almaz. Mevlânâ’nın Mesnevîsinden tasavvuf çıkarılsa bile, fikir, edebî sanat, din ve diğer cihetleriyle cemiyetlere hikmet ve ahlakla rehberlik edebilecek muhteşem bir eser kalır geriye.
Şiir bazen bir kavga silahı, bazen cemiyetin inşasında bir kürek, bazen yol gösteren fener olsa da, umumiyetle manevi fetihlerde mâverâya fırlatılan kement. Sahiden, inanç olmasa şiir mi olurdu?
Şiir, Hakikat ve Tahayyül
Dünyanın en bahtiyar kişileri kimlerdir? İlâhî aşka tutulmuş sofulardır: Ömürleri, gül bahçesindeki gezinti misalidir. Herşeyin sevgiliden geldiğini iyi bilirler. Gözlerini kaptınca hayalleri, ağızlarını açınca zikirleri, gözlerini açınca temaşâları, gönüllerini açınca insanlarla münasebeti… güller ve güller! Sevgilinin eseri içinde; onda yok olmuş ve var olmuşlardır. Yüzdeyüz râzı olmuş olarak mukaddes ve güzel bir mabette bulunurlar.
Her an sevgilisinin kendisini gördüğünü düşünen; sarf edeceği her kelimeden mes’ul tutulacağını bilen, tasavvuf yolunda müşahede ettiklerini anlatıp öğünmeyecek kadar boynu bükük olan biridir. İşte onun için münevverdir.
Ne de olsa, içi ısınmayan, başkalarının dışını ısıtamaz.
Şüpheci ve bedbin yaklaşanlar ise kesretin değişen ve dönüşen dünyası ile iktifa etme vaziyetindeler. Suyun bütün hallerini tedkik etse de, suyun dışına çıkamamıştır.
İlmin kalıpları, kaideleri sabittir. Kendi ikliminden dışarı çıkamaz. Şiirin hududtları nâmütenahi. Hayal ve tasavvur kuvveti kadar hür. Onun için sanat bilimin öncü keşif birliği olagelmiş.
Mahrem-i Râz Olabilmek
Şiirin malzemsi kelimeler. Unsurları his, fikir ve şuhûd. Şuhûd; his ve fikrin ötesinde, bir ulvî hâl, bir seziş. Ne olduğu, nasıl olduğu, ne zaman peydahlandığını şair de bilmez. Tamamen İlâhî lütuf.
Şair, işte bu üç unsurula elde ettiği muhtevayı kelimelere nakış nakış işler. Bir tarafta şeklî güzellik, diğer tarafta mânâ: Zarf ve mazrûf. Zarfı mazrûfa, mazrûfu zarfe kurban vermemektir hüner. Şekil bakımından, ipek kumaş gibi yumuşacık, zarif olacak şiir. Dalga dalga süzülecek gözler önünde. Mânâ bakımından, bazen şaire dahi pünhân olacak kadar remzî ve sırrî olacak. Ötelere sıçratacak, umklara daldıracak.
Klasik edebiyatta, mânâ ile şekil arasındaki muvâzene ve âhengin bir arada en üst seviyeye çıkarılabildiği şiir, Sebk-ı Hindî. Bu tarzda Farsça’daki zirve Bîdel Dehlevî, Türkçe’deki zirve Şeyh Gâlib.
Mecâz olmadan şiir olmaz. Metafor, kinâye, mecâz-i mürsel, tasvirler, işaretler, mefhumlar, göndermeler… Sırlar, ancak ve ancak buğulu, sisli, dumanlı, bulutlu ve alacakaranlık bir perde arkasına saklanabilir. Nâmahremin, ağyârın arkasına geçemeyeceği bir perde. Rümûzlardan bir perde inşa edemeyenden şair olmaz.
Şiirin mânâ ikliminde seyredebilmek; hazzından, lezzetinden ve keyfinden nasiplenebilmek için mahrem-i râz olmak; şiirin işâret lisanını bilmek gerekir.
Şiirdeki işaret lisanı, Türkçeyle münhasır değildir. Bin dörtyüz küsür yılda, Türkçe, Arapça, Farsça, Hintçe başta olmak üzere İslam Medeniyetinin her tarafında teşekkül etmiş “ortak” bir lisandır. Mesela “zülf-i yâr” ifadesi, mezkûr lisanlardaki şiirlerin tamamında geçen cihanşümul bir rumuzdur.[1] Bilhassa Fransız İhtilaliyle İslam coğrafyasına yayılan dışlayıcı milliyetçilikle beraber, halklar arasındaki mesafeler gibi, lisan ve şiirdeki mesafeler de büyümüş. Halbuki İslam medeniyetine mensup olan şairler, kendi lisanlarıyla şiir terennüm etseler de, İslam medeniyeti çerçevesinde şekillenen ortak rumuzlar manzumesinden istifade etmişler. Bir birlerinin tecrübe ve müşahadelerinden yararlanma fırsatları olmuş.
Gününüzde; bırakınız diğer halkların şiirlerini bu cihetten tetkik edebilmeyi, acaba bir asır evvel kendi lisanımızda yazılmış şiirlerde geçen mefhum ve işaretleri kaçta kaçımız anlayabilir?
Bugün şair olmayı zor kılan en büyük sebep, şiirin işte bu işaret lisanının unutulmaya yüz tutması. On dört asır boyunca, bütün bir İslam Medeniyetinden beslenerek gelişen (klasik) Türk şiiriyle irtibatın kopması bugünkü şairleri çorak iklimde yürümek zorunda bırakmakta.
Şiir ve Lisan
Şiir güvercini mânâ âlemine pervâz ederken, kelîmelerden kanatlar takar; doğru. Fakat nereye kadar uçabilir? O mânâ âlemine uçarken, hayâlin dahi kanatları yanıyorken; şair ancak “İşte orda” dercesine perde arkasına işaret edebilir ancak. Şairin menzili; elfâzın yüzüstü bıraktığı, kelîmelerin dar geldiği merhale.
Vahy ile şerefyâb olan arefesinde; cahiliye dönemindeki ifade, beyân ve şiir sanatı da çok yüksek derecelerde değil miydi?
Şair ve Cemiyet
Şair, medeniyet mahsullerinin öğütüldüğü değirmen. Derûnunda yaktığı ateşte, gelecek nesillere lezzetli ekmekler hazırlayan fırın. Gidenlerin bıraktığı nâmeyi geleceklere nakleden posta güvercini.
Cemiyet; kendise ömrünü armağan eden şairden habersiz. Mumun erimekte olduğunu, ancak eriyip, tükenip, söndükten sonra farkına varır. Sonra masallarında yaşatır. Veya nisyana uğurlar.
Şiir ve Modernite
Kıymetler kıymetsizleşti, ucuzlaştı. Zülf, kâkül, gonca ve fıstık kıymetini kaybetti. Maşûkalar hercâi, sevdalar saman alevi.
Şiire, “boş iş” diyen nesiller türedi.
Kadim şiire karşı inkılab başlatanlar, kadîmi anlamaktan âciz, anarşistler. Batıdan devşirmeler, ne bizim zevkimize uydu ne irfanımıza. Kıyafet bize uymayınca, bizleri kıyafete uyarladılar ne yazık ki.
Kadimden bîhaber “yeni yetmeler” ne kadar bizden? Sebk-i Hindî; tagazzül-i îrfânî ve bütün o âşıkâne terennümler; hayâ, ahlak, zerâfet ve nükte doluydu. Ummanlar misali marifet ve malumatı zikretmeye ne hâcet.
Peki bugün şiir kime söylenecek? Yıkılan medeniyet binasını yeniden imâr etmeliyiz. Türkçe’mizi aslına, yani bir asır önceki hâline döndürmeliyiz. Lisana giydirilen “uydurukça” isimli deli gömleği çıkarılıp atılmadıkça, on dört asırlık birikimden nasıl istifade edilecek!
Türkçe’ye Giydirilen Deli Gömleği
Türkiye’de, sadece İslam medeniyetinin değil, insanlık tarihinin en kıymetli sanat, estetik, irfân ve tefekkür timsalleri olan klasik Türkçe’nin zirve şairleriyle bağlar koparıldı ve anlaşılamaz hâle getirildi. İki asırlık modernleşme cehdinin edebiyata olan tesirleri, son derece yıkıcı ve mahvedici oldu. Bu meyandaki kabahatlerin en büyüğü dilde sadeleşme hareketi.
“Türkçe’yi özüne döndüreceğiz” bahanesiyle Türkçe’miz büyük bir tahribata maruz bırakıldı. Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri dilden silme abesliği, Türkçe’yi, kolları, bacakları, kulakları, dili ve burnu kesilmiş, gözleri ouyulmuş insan hâline getirdi.
Türkçe’de “Uydurukça Hareketi”, gafletin değil, ihânetin eseri. Lisanımız, beyânımız ve dahi şiirimiz güdük hâle getirildi.
Bugün bir şair; Naili, Neşâtî, Nâbî, Zâtî, Şeyh Gâlib ve benzeri şairlerden daha iyi ve daha ileri şiirler terennüm etmek isterse, onu anlayacakların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Mecburen, budanmış, kırpılmış ve daraltılmış “modern” Türkçeye sığdırmak mecburiyetindedir kendini.
——–
[1] Zikredilen lisanların yanında, Peştuca ve Kürtçe şiirlerde de aynı tamlamalar kullanılıyor. Türkçede, Türkmen, Azeri, Uygur ve Çağatay (Özbek) lehçelerinde de var. Malezya, Endonezya gibi, bize uzak coğrafyaları, Belûçî ve Berberî gibi çokça âşina olmadığımız lisanlar da bu cihetten mütalaa edilmeye şâyândır.