Osmanlı hânedanının şu andaki reisi, Sultan Abdülhamid’in torunu 88 yaşındaki Dündar Efendi, Şam’da tek başına hayat mücadelesi vermektedir.
Saltanat ve halifelik kaldırıldıktan sonra Osmanlı hânedanının en yaşlı şehzâdesine, Avrupa monarşi ananesine uygun olarak hânedan reisi deniyor. Hâlihâzırdaki hânedan reisi, Sultan Abdülhamid’in torunu 88 yaşındaki Dündar Efendi, ateş içindeki Şam’da yaşıyor.
Uygur Sultanı Şehzâde
Saltanat ve halifelik kaldırılıp, 1924 senesinde Osmanlı hanedanının yedisinden yetmişine sınır dışı edildiğinde, Sultan Abdülhamid’in büyük oğlu Selim Efendi, memleketine yakın diye Haleb’e yerleşmişti. Fakat Ankara hükûmeti, bundan rahatsız olup o zaman Suriye’yi elinde tutan Fransa’ya bir nota verince, Şehzâde Haleb’den çıkmak zorunda kaldı ve Beyrut’a yerleşti. Burada halkın çok hürmet ettiği Selim Efendi, sıkıntılar içinde yaşadı ve 1937 senesinde vefat etti.
Selim Efendi’nin yegâne oğlu Abdülkerim Efendi, sürgüne gönderildiğinde 18 yaşında bir zâbit namzediydi. Çok sevimli, sosyal bir şahsiyet olan Abdülkerim Efendi, tarihte benzerine az rastlanır bir cesaret göstererek, kendisini felâkete sürükleyecek bir maceranın içine girdi.
Saltanatın kaldırılmasından sonra bazı şehzâdelerin, yeni teşekkül edecek Müslüman devletlerin başına geçirilmesi projelerine rastlanır. Bunlardan en enteresan ve bir o kadar dahazin olanı Şehzâde Abdülkerim Efendi’nin başına gelendir.
Çin’i işgal eden Japonlar, kendisini Uygur hükümdarı yapmayı vadettiler. Bu sebeple Japonya’ya giden şehzâde işlerin rast gitmemesi sebebiyle yarı yolda bırakıldı. Bunun üzerine Şarkî Türkistan’a gelerek yerli halkı teşkilatlandırmaya girişti. Ancak kendi imkânlarıyla kurduğu derme çatma birlikler Çinliler karşısında yenilince canını zor kurtararak siyasî mülteci sıfatıyla 1935’te Amerika’ya gelebildi. New York’ta bir otel odasında ölü bulundu. İntihar süsü verilen cinâyetin, Japonya projesinden rahatsızlık duyan Çin veya Rusya’nın ajanları tarafından işlendiği tahmin edilmektedir. [Bunu daha evvelki bir yazımızda anlatmıştık.]
İstenmeyen evlilik
Abdülkerim Efendi, ailesinden bir sultan ile evlenmek istemişse de, mümkün olmadı. Bunun üzerine Beyrut’ta komşusu olan Maruni bir kıza âşık olup, babası razı gelmediği için Haleb’e giderek orada evlendi. Burada dedesinin yakınlarından Şeyh Ebulhüdâ es-Sayyâdî’nin ailesinden olan nakîbüleşraf nikâhlarını kıydı. Bir müddet burada kaldıktan sonraŞam’a gelip yerleşti. Müslüman olarak Nimet adını alan bu hanım, Türkçe; Abdülkerim Efendi de Arapça bilmediği için, genç evliler aralarında Fransızca konuşurlardı.
Eski zaman adamlarının ekserisi gibi ciddi ve prensipli bir zât olan Selim Efendi bu evlilik sebebiyle oğlu ile bütün münasebetlerini kesti. Torunları Dündar ve Harun Efendileri bile görmedi. Babalarının müessif vefatı üzerine, dede rikkate geldi. Torunlarını kabul etti; ancak kısa bir zaman sonra yüreğini dağlayan evlad acısı yüzünden, o da vefat etti. İki genç şehzâde, dedelerinin Câmiü’l-Emevî’deki tantanalı cenaze merasimine iştirak ettiler.
Tetikte bir hayat
Biri 7, diğeri 5 yaşındaki iki çocuk, genç ve çaresiz bir annenin ümidine kaldılar. Genç yaşta dul kalan Nimet Hanım kendisine yapılan evlilik tekliflerini hep geri çevirdi. “Ben bir Prens’le evlendim. Göreceğimi gördüm. Artık evlenmem” derdi. Muhâcirîn semtinde bir kira evinde yaşadılar.
Nimet Hanım, çok dirayetli bir hanımdı. Dinine fevkalade bağlıydı, peçesini indirmeden sokağa çıkmazdı. Oğullarının bir Osmanlı şehzâdesi haysiyetiyle yetişmesi için gayret etti; buşuuru onlara aşılamaya çalıştı. Bu sebeple hem dinlerini iyi öğrenmelerini, hem de Türkçeyi güzel konuşmalarını temine uğraştı. Zevcinin şâibeli vefatından sonra, çocukları hakkında devamlı tetikte yaşadı. Öyle ki kapıyı hep arkadan kilitler; eli altında silah ve bekçi düdüğü bulundururdu. Fazla kimseyle de görüşmez, kapıyı, pencereyi açtırmazdı.
“Siz şehzâdesiniz!”
Nasıl geçindiler? Abdülkerim Efendi’nin sadık dostlarından eski bir Osmanlı zâbiti olan Gürcü Nizameddin Bey, devamlı aileye yardım etti. Eski devir adamı olduğu için memleketine dönmemiş; hayatını bu aileye hizmete adamıştı. Hububat ofisinde muhasebecilik yapar, bekâr olduğu için eline geçen 500 liranın 400’ünü aileye verirdi.
Ana dili Türkçe olmayan genç şehzâdelere Türkçe öğretti. İstikbali düşünerek, Suriye vakıflarından aileye cüz’i bir maaş bağlattı. Gençlere devamlı “siz şehzâdesiniz, şöyle yapmayınız, böyle yapmayınız” diye ikaz eder, dost ve düşmanı onlara tanıtırdı. Dündar Efendi haysiyetine çok düşkündü. Hatta çocukken bayram gibi vesilelerle kendisine verilen bahşişi, çıkınca atar veya başka birine verirdi.
Beyrut’ta bulunan Şehzâde Cemâleddin Efendi, imkânı nisbetinde aileye yardımcı olur; sahip çıkardı. İki şehzâdenin 1942’deki sünnet cemiyetlerini o yapmıştı. İki kardeş, yazları buraya giderler, 15-20 gün kalırlardı. Büyük amcaları Âbid Efendi ile görüşürlerdi.
Mükerrem Yaşadık
Mekteb çağı gelince, anneleri Dündar ve Harun Efendileri bir Amerikan mektebine yazdırdı. Sonra Fransız Freres Mektebi’ne girdiler. Sonra bir devlet mektebine girip, ikisi de liseyi bitirdiler. Dündar Efendi’nin tabiriyle dedelerinin ismi sayesinde “mükerrem ve müreffeh” yaşadılar.
Dündar Efendi, Şam’da askerî bir fabrikanın muhasebeciliğini yaptı. Şam’ın meşhur ailelerinden Kuseybatîlerden Yüsrâ Hanım ile evlendi. Çocukları olmadı. Çok sevdiği zevcesi birkaç sene yatalak yaşadıktan sonra, 2016’da 90 yaşında vefat etti.
Sürgün kararının kaldırıldığı 1974 senesinden sonra Türk vatandaşlığı alınca Osmanoğlu değil, Âliosman soyismini kabul etti ki, Arapça Osmanlı ailesi demektir. Askeriyede memur olarak çalışan biraderi Harun Efendi ise ailesiyle İstanbul’a yerleşti. Nimet Hanım da yanına gelerek burada 1981’de vefat etti.
Saltanat devam ediyor olsaydı, Dündar Efendi padişah olacaktı. Sıhhati iyi iken zaman zaman İstanbul’a gelirdi. Kendisiyle dâhilî harbden evvel, Şam’daki çiçeklerle süslü mütevâzı evinde; birkaç defa İstanbul’da görüşmek şerefine eriştim.
Unutulmayan Türkçe
Az konuşur, çok düşünür, mütevâzı, kibar ve ince düşünceli şehzâde, dinine bağlıdır, beş vakit namazını bırakmaz. Konuşacak kimse bulamadığı için Türkçe’yi unutmaktan şikâyetçi idi. Türk radyo ve televizyonlarını dinliyor; Türkçe gazeteleri takip etmeye çalışıyordu.
Zevcesinin vefatından sonra, ayakları ağrıdığı ve düştüğü için evinden çıkamıyor; gözleri az görüyor; kulakları duymuyordu. Zevcesinin ailesinden akrabaları arada bir kendisini yoklamaktadır. İstanbul’da yaşayan yeğenleri binbir zorlukla kendisini Beyrut üzerinden İstanbul’a getirdiler. Burada bir müddet kaldı. Biraderi tarafından ihtimamla bakıldı. Ancakresmî makamlardan bir alâka görmedi. Eskimiş vatandaşlık muamelelerini yeniletmek maksadıyla koltuk değneklerine tutunarak birkaç defa devlet dairelerine gitmek mecburiyetinde bırakıldı. Bir yandan da Suriye hükûmetinin gareze gelip, kendisini mütevâzı kira evinden çıkaracağı ve üç beş kuruşluk tekaüt maaşına el koyacağı, hatta vatandaşlıktan tard edeceği endişesiyle, geldiği gibi sessiz sedasız Şam’a döndü.
TV dizilerinde arz-ı endam eden, hava meydanlarına isminin konulması konuşulan Sultan Abdülhamid’in bu muhterem torununun hâli, padişahın mirasına hakikatte ne kadar sahip çıkıldığının da hazin bir nişânesidir. Kendisine bir ev, araba, hizmetli, makul de bir tahsisat verilmesi zor muydu, bilinmez.
Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci