Lütfen anlat demeyin. Gördüklerimden dilim tutulmuş vaziyette.
Farsçada bir beyit var:
Ben rüya gören dilsiz, dinleyicilerim sağır;
Ben anlatmaktan aciz, halk dinlemekten!
Bir de şöyle bir beyit var:
Bildiklerim, senin fehmin kadar;
Yanıyorum doğru fehm edilme hasretinden.
“Sen bardak olduktan sonra; ben sürahi olsam neye yarar” demeye getiriyor.
Mevlana da “Bildiklerim, senin idrakinle mahdut” dememiş miydi?
Klasik edebiyatta, sebk-i hindînin zirvesi Şeyh Gâlib’in aşağıdaki beyti, “Can mumumda öyle bir alev var ki; gökkubbe fanus olsa, güncayiş etmez, sığmaz” manasına tekâbul eder:
Bir şûlesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsumânın
“Mârifet; kitaptan öğrenilen değil, ârifin kalbine zamansız, mekansız ve sebepsiz şekilde akan bir nurdur” mealinde bir şey okumuştum.
Harâbelere düşen mehtap ışığı gibiyim.
Bîdel Dehlevi şöyle diyor:
Biri benden onun evsâfını soracak olursa;
Gözsüz nişansızdan ne anlatsın!
Gözler; o nişânı, o izi, o alâmeti görebilme kabiliyetine sahip değil ki…
Edebî cihetten Şeyh Gâlib’in bir beyti etmeyen sığ ve zavallı Orhan Veli dahi, kelimelerin kifayetsizliğini görünce, “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda” demek zorunda kalmış.
Ağlama, tebessüm, feryât veya sükut… Anlatılamayan nasıl anlatılsın! Dehanın; şaşkınlık, cehl, ızdırap ve cinnet diyarına adım bastığı nokta.
“Ey gönül, deli ol, dîvâne ol; deliliğin de kendine has bir âlemi var!” der yine bir Farisi deyiş.
Bir mısranın; “Dîvânelerin hemdemi dîvâne gerektir” şeklinde isabetli bir tespiti var. Hakikaten, ancak rüya gören “harâbât ehli” dilsizlerin sohbetidir teselli edecek merci.