Uzaya fırlatılmış gibiydi. Yer çekiminin olmadığı, kesintisiz karanlıklar içinde. Yıldızlardan çok uzaklarda. Bir damla gözyaşı vardı göz çukurunda kaynayan. Bir ukde düğümlenmişti boğazında:
“Mükemmel olmak isterken, hiçbir şey olamadım. Merakım sınır tanımadı. Bir sahayla sınırlı kalamadım. Dikkatimi celbeden her sahada kahraman olmak istedim. Bütün ufukları fethetmek, kaleleri yıkmak ve şehirleri esir almak…”
Geç mi kalmıştı, daha erken miydi, tam zamanı mıydı; fark edememişti. Fakat hayatın hiç şakası yoktu. Zaman, ömrünü keskin bir kılıç misali kesip biçiyordu. Hakikat acımasızdı: Sert ve kaskatı. Emeller sonsuz, heves sabırsızdır. Hırs köleleştirir; ya kendinize, ya da bir başkasına. O da bir türlü hayat cenderesinden kurtaramamıştı kendini:
“Heyecanla başlanıp yarım kalan hayaller yığınıydım. Başaramamışlık değil. Nasıl olsa başarılacağı düşünülüp yeni heyecanlara kement atma. Başlangıcını gördüğüm şeyin sonunu kafamda bitirdim. Doymak bilmeyen iştah. El attığım her iş dünyada görülmemiş mükemmeliyette olmalıydı. Ya hep ya hiç olmalıydı. Hemen gerçekleşmeliydi. Yoksa sıkıyordu.”
Mânâ veremiyordu. Aslında böyle olmamalıydı. Netice, “hiç” olamazdı. Bir stadyumun tam ortasındaydı. En güzel nümayişlerini icrâ ediyordu ve stadyumu tıklım tıklım dolduranlar onu hiç görmüyorlardı. Yanlış bir yerde olduğunu hissediyordu. Hatta emindi bundan. Yok, yok! Böyle olamazdı. Bu şekilde bitmesini bekleyemezdi ömrünün son bulmasını. “Ressamlar, şairler, yazarlar, kahramanlar, şampiyonlar, liderler, kumandanlar…! Sizden biriyim. Sesimi duyuyor musunuz” diyor ve ekliyordu:
“Her biri ayrı birer insanın yegâne uğraşı olması gereken bir çok işi aynı anda yapmaya çalıştım. Hem de mükemmel şekilde. O kadar zorladım ki zavallı potansiyelimi; harcanıp harap oldu. Aynaya baktığımda, şaşırıyorum. Bu genç yüzlü adam ben miyim diyorum. Halbuki, yüklenmekten ve yorgunluktan harabeye dönmüş hissediyorum. Omuzumu altına sokup yüklendiğim ağır hedeflerden âzâde olarak doya doya gülemedim. Mesuliyetlerden giydiğim ateşten gömleği çıkarıp umarsızca uzanamadım altın kumsallara.”
İçindeki potansiyelin büyüklüğünden o kadar emini ki; ortaya çıkarma ihtiyacını bile hissetmemişti. “Nasıl olsa…” demiş ve hiçbir şey yapmamıştı. Hâlbuki altın ateşle, demir balyozla şekil alıyordu. İnsan; yanmadan ermiyordu. Potansiyele yaslanmak ve “Nasıl olsa…” rahatlığına kapılmak katmer katmer tembellik örtmüştü üzerine. Ağırlaştırmıştı. Hantallaştırmıştı. Böylece, maden cevheri dağın kalbinde öylece kalmıştı. Fark edilmemiş, işlenmemişti:
“Van Goh olmalıydım. Fatih’i gölgede bırakacaktım. Kitaplarım dünya klasiklerine eklenmeliydi. Hitabetim coşturmalı, siyasetim kaynaştırmalıydı. Dünyada yaşayanların yüzde yetmişi ile ana dilinde konuşmalıydım…”
Varmak için ayrılmak gerekirdi. Ayrılmak, yani kendinden hicret etmek. Yanmadan aydınlanmak mümkün olmazdı. Mum aydınlatırken, erimiyor muydu? Bütün bu düşünceler beyninde kanatlanırken, işinin her geçen gün zorlaşmakta olduğu fikri onu daha da bunaltıyordu.
“Ne oldu? Gözlerimin yumurtası kaynadı. Omuzlarım kireçlendi. Kafamda ağrılar patlıyor. Fakirlerin açlığı uykumu, zenginlerin umursamazlığı keyfimi kaçırdı. Birlik olamayan Türk âlemine mi yanayım, türlü hatalarıyla parçalanıp yem olan İslam dünyasına mı? Yetmişinde işçilik yapan babamı mı, imkansızlıklar kıskacındaki kardeşlerimi mi düşüneyim? Bütün bunlardan kendisine sıra gelmeyen, bakışları vicdan azabı gibi saplanan eşim ve yüzlerindeki masum, mahrum ve mağdur ifadeyle içimi burkan çocuklarım. Dışımdaki bu dertlere bir de içimdekiler eklenirse…”
Buyurun mükemmeliyet sofrasına. İnsan noksanlık demektir. Acz ve mahrumiyet. Sahip olduğumuz bütün alet ve esbabı toplasanız, beş tane his organı. Hepsi bu kadar…
“Zinhar! Beş his organı diye hör görmeyesiniz! Hakikat nâmına neye kavuştuysak, bu beş his organı sayesinde kavuşmadık mı? Mesele sadece bu beş his organı olsa, hayvanlar kadar huzurlu olurdum. Sırtımdaki esir kırbacı ‘şuur’ oldu. Beş his; şuura su taşıyan ırgat.”
Mükemmeliyetçilik bir tanrılaşma sendromu, firavunlaşma hastalığı değil miydi?
“Elden ne gelir, şuur mükemmel. Sonsuzluk ve İlahlaşma arzusu her insanda mevcut. Gerçekten öleceğini bilseydi, kimse yerinden kıpırdamazdı. Bütün sanat eserleri ya sonsuzlaşmayı haykırıyor ya da sonsuzu: İlahlaşmayı veya İlah’ı. Mesele tercihte. Mahdudiyetten eser mi doğar! Mükemmeliyeti doksan dokuz isim ancak ifade edebilmiş.”
Peki nasıl nihayet buldu bu ızdıraplar?
“Ve birden bir kapı açıldı. Kapının üzerinde şöyle yazıyordu: Kelimeler! O günden sonra; kendimi eritip kelimelere dökmeye karar verdim. Kelimeler… yani çığlık, nâra, yakarış, tokat, cellât, özgürlük, adalet… ve aşk!”
Ne istiyorsunuz?
“Havârîler olmasa Hıristiyanlığı bilen olmazdı. Eshab-ı Kiram olmasa iki cihan güneşini hatırlayan kalmazdı. Beni anlayan dostlar diliyorum. ‘Anam-babam, iki gözüm… sana feda olsun’ diyebileceğim dostlar.”
Bu duaya, yakarışları karşılıksız bırakmayacağını el-Mucîb ismiyle müjdeleyen adıyla iştirak ediyoruz. Bebek anasız, cenaze cemaatsiz, dâvâ bayraksız olmaz.