Sokak hareketleri, 18. yüzyıldan sonra Avrupa hayatının bir parçası haline niçin gelmiştir? Bugün Avrupa’da adı anılan devletlerin hangileri bu hareketlerin ardı sıra kurulmuştur? Avrupa’da devletlerin şekillenişinde bu tür hareketler niçin bu kadar belirleyicidir? Osmanlı ve ondan doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin fertleri, sokak hareketlerine neden meyletmez? Bizi, Avrupalıların ve Türklerin devlet algısını mukayeseye vardıracak bu tür soruları çoğaltarak sormak lazım. Şu günlerde Avrupa’da şehirlerin meydanlarında bir hengame var. Bu hengameden istifade etmek isteyen kimi gruplar harekete geçmiş durumda. Bunları kimlerin, niçin harekete geçirdiği mühim bir soru. “Benzer şeyler Türkiye’de niçin olmuyor?” düşüncesini dile getirenlerin, “bu konuda da Avrupalılaşmak” isteği duymanın ötesinde bir amacı olmalı belki de. Ama ne? Yok, eğer naif bir duyguyla böyle bir istek dile geliyorsa, dünyada olup bitenlerin geri planında olan biteni bilmeyecek kadar cahil olmak, iyi bir şey olmasa gerek.
Avrupa sokakta kuruldu, sokakta mı yıkılacak?
Türkiye, sokaklarda kurulmuş bir devlet değil. Hiçbir Türk devleti böyle kurulmadı. Oysa Avrupa devletleri Ortaçağ boyunca iç çatışmalarla şekillendi. Köylü ayaklanmaları ve mezhep çatışmalarının yerini 18. ve 19. yüzyıllarda ekonomik mücadeleler izledi. Bilhassa İngiltere ve Fransa, sokaklara taşan bu mücadelenin ürünüdür. Önceleri yoksulluğun mücadelesiydi bu. Fakat son yüzyıldır keyfinin eksildiğini gören Avrupalılar birbirlerinin üstüne çullanmakta. Bunun kendilerine zarar verdiğini görünce de birleşip dünyanın mazlum milletlerine zulmetmektedirler.
Avrupalı keyif ehlidir. Keyfindeki ufak bir azalma onu sokağa döker. Bir azalma olmasa bile bunun ihtimalinin belirmesi bile onun için yeterlidir. Bu nedenle de Avrupa için sokaklar önemlidir. Avrupalı devletler, keyfini korumak isteyen ile artırmak isteyenlerin çatışmasıyla şekillenip bugüne geldiği bilgisiyle hareket ederler.
“Bir kaderi olmak” nasıl bir şeydir?
“Türkiye, sokaklarda kurulmuş bir devlet değil” dedik… Bunun anlamı, Türk milletinin, “keyfi artsın”, diye sokağa çıkmadığıdır. Türk milleti, sokağa çıkarak halini arz etmez. Bu, onun yöntemi değildir. Türk milleti, halini arz etmek için susar. Fakat onun susması boyun bükme halini de almamalıdır.
Devlet adamı tipimizin abidevi ismi Ahmet Cevdet Paşa’yı anlatırken Yahya Kemal bu hususa şöyle işaret eder:
“Devletin 1774’ten beri, harbini ve sulhunu, intizamını ve ihtilalini, idaresini ve siyasetini, daima resmi ve gayri resmi vesikalardan edinilmiş bir düşünüşle, heva vü heveslere kapılmaksızın tasvir eden bu müverrih bizde ciddiyetin nadir bir timsalidir. (…) Hiç coşkun değildir, lakin körü körüne muti olmaktan uzaktır. Milleti ve milletin fertlerini devlete feda etmez ve müdafaa etmeğe koyulur, lakin devleti sokak ihtilalinin karşısında üstün tutar. Velhasıl bu müverrihi Fransızların Thiers’i ayarında, mükemmel bir devlet adamı saymak için eserini okumak kafidir.”
Cevdet Paşa, bilindiği gibi bizzat devlet eliyle devletin tarihini yazmakla vazifelendirilmiştir. Şu durumda onu vazifelendiren Osmanlı devleti, onun, milleti ve fertlerini devlete karşı müdafaa etmesinden rahatsız olmamaktadır. Aksine paşamızı bu haliyle benimsemektedir. Bu husus gözlerden kaçmamalıdır. Türk devlet idesi, milletini devlete karşı bir muarız olarak görmez. Onu kendinden ayırmaz. Batılıların devlet algısıyla anlaşılamayacak bir noktadır bu. Millet de devletinin sokak ihtilalleriyle yıkılmasına yarayacak işlere tevessül etmez. Fakirlik ve zaruret içinde yaşasa da böyle bir yola yeltenmez. Devlet adamı da benzer şekilde davranır. Milletimi müdafaa eder. Ferdiyetin önünü açar. Devleti bu yönde sevk ve idare eder. Cevdet Paşa, Osmanlı’nın dağılma dönemine şahit olmuş bir devlet adamı olarak kendi ciddiyetini meşgalelerine yansıtır. Balkanlar’da beliren ayaklanmaları da Çukurova havalisinde olanları da bu ciddiyetin ona verdiği kaderle yoluna koyar. Onun kaderi, vazifesine de sirayet etmiştir. Bir kaderi olmak böyle bir şeydir.
Türk milleti, devletini sokakta kurmadığı için sokağı her zaman şaibeli bulur. Onun sahip olduğu bu bilgiye okumuş görünümlü cahillerin sahip olmaması ibretliktir. Bir sokak ihtilali olan Ekim Devrimi’ni düşünelim… Bu devrimin Rusya’ya bir maliyeti yoktur. Çarlık rejimini indirip yerine kurulan SSCB de Çarlık rejiminin idealini takip etmiş ve Rus emperyalizmini tüm dünyaya yaymıştır. Hatta Rusların tarihi bu manada bu denli büyük bir “başarı”yı hiçbir zaman elde edememiştir. Bugünkü Rusya’nın gücü de nitekim bu devrimden gelir. Rusların devrimimin faturasını başta Türkler olmak üzere başka milletler ödemiştir. Hal böyleyken, yani Avrupalıların ve Rusların devrim pazarlamalarının maliyetini Türkler bunca ödemişken bugün de milleti sokakta görmeyi istemek, en hafif ifade ile tarihten ders almamak demektir.
Türkiye’de bazıları şunu hiçbir zaman görmeyecektir ama söylemek de bize düşmektedir: Türkiye, Avrupalılardan da öte bir laikliğe sahip olsa, atalarından onda zerre eser kalmasa da Avrupalılar, Türk milletini gene kendilerine düşman bellemeye devam edeceklerdir. Türkiye, en Avrupalı olduğu zamanlarda da iç savaş çıkartılmak suretiyle parçalanmak istenen bir ülkedir. Bunu görmeyen art niyetli değilse kördür. Bizdekiler sanmaktadırlar ki Türkiye laiklikte olimpiyat şampiyonu olsa, laik bağnazlık hayatın her yanına yayılıp ibadethaneler açsa, Türkiye güzeller güzeli bir ülke olacaktır. Bu mümkün değildir. Bunun böyle olacağını düşünmek, en hafif ifade ile saflıktır.
Devlet olmaya saf tutmak
Türk milletinin bu cahillik, saflık art niyetlilik karşısında yapacağı yegane şey, namaz kılmanın düzeni üzerine zaten bildiği idrakini daima diri tutmak olmalıdır. Bilindiği gibi Müslümanlar, namazlarının sünnet olan kısmını kılarken camilerinin bir yerlerine dağılırlar. Herkes kendince bir kuytuyu seçer. Lakin sıra farza gelince her biri bir tespih tanesi gibi gelip saf saf sıralanırlar. Kimse, “ben ön safta olayım”, demez. Ama bir bakmışsınız ki saflarda bir boşluk oluşmuş ve kim bilir kim olan biri, en ön safa düşmüş. Burada korkutucu olan imamın tam arkasına düşmektir. Zira imama bir hal olması durumunda vazife o kişiye düşecektir. Türklerin tarih boyunca her işlerinde gözetmeleri gereken saf düzeni budur. Milletin her ferdi bu düzen içinde üzerine düşmesi muhtemel vazifeye hazır olmak durumundadır.
Siyaset adamı da hazır olmalıdır şairler de… Gençlik yıllarımdan beri, beni düşünmeye, okuyup yazmaya sevk eden şey de bu düzenin korkusu vardır. Türk şairi, meşrebinin üstadının ardı sıra saf tutar. Ve umar ki bir zaman geldiğinde meşrebinin şiirinin üstadı olsun. Nasip meselesidir bu. Sezai Karakoç’un meşrebinin ardı sıra saf tutan şair, onun hemen ardına düştüğünde onun o ağır vazifesini üstlenebilecek midir? Buna kendisini hazır etmiş midir? Ya Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Ece Ayhan? Peki ya İsmet Özel? Bu son soruyu kendim için bıraktım… Avrupalıların aksine bizim töremizde öncekilere layık olmamızın yegane yolu, onların yolundan öteye yol olup olmadığını kendi nefsimizde yürüyerek görüp gösterebilmektir. Türk devlet idesinin siyaset sahnesinde de aynı saf düzen işlemektedir. İşlemiyorsa buradaki eksiği gidermek gereklidir.
Türkiye’de sokak ihtilali isteyenler bitmeyecektir. O halde zamanımızın Ahmet Cevdet Paşa’sı kimdir? Rahmetli Erbakan’ın, Menderes’in kesişen ve ayrılan yollarında seyrüsefer edecek olanlar kimlerdir? Mesele bu hassas hususlarda kendi hazırlığını yapmaktır. Saflarda öne geçeyim hesabı yapmak, kaderlerine itimadı zayıf olanların tercihidir. Böylelerinin edineceği yer, kendi keyfi için hep bir önceki sırada olmaktır. En öne düşeceklerini düşünmezler. Düştüklerinde ise hangi alandalar ise o alanı badireler beklemektedir. Ahlaki bir sorundur bu. Layık olanı olduğu yerden uzak tutmanın da bir hesabı vardır. Bu hesap kul değil kulların hakkına dairdir ve ağırdır.
Sokak ihtilaline hevesli olanlar, belli ki safları yarmak istemektedirler. Türk devlet idesinin saf düzenini bozmak anlamına gelecek böylesi bir girişim, milletimizde bir karşılık kuşkusuz bulmayacaktır. Öte yandan saf düzeninin işleyişini bozmak da aynı şeye hizmet etmek olacaktır. Milletin içinde ahlaki zaafa düşmüş olanlara gün doğuracak böyle bir hal, Yahya Kemal’in Cevdet Paşa’da gördüğüne odaklanmakla izale edilebilir.