Geçtiğimiz günlerde bir asırlık hayat macerasını devirdikten sonra vefat eden Bernard Lewis, Batı’da İslam dünyası ve Ortadoğu araştırmaları için en çok referans alınan isimlerin başında gelmekteydi. “Medeniyetler çatışması” gibi üzerinde sıkça tartışılan bir tabiri ilk dile getiren olduğu gibi İngiltere ve ABD’de istihbarat, tarihçilik ve yaptığı stratejik danışmanlık ile iz bıraktı. Peki, fikirleriyle Garp’ın Şark’a bakışına tesir etmiş olan B. Lewis tipik bir Batılı mıydı? ABD’nin İran ve Irak siyaseti, Avrupa ile İslam arasındaki ilişkiler ve Türkiye’nin Batı ile ittifakı gibi dikkatimizi çeken başlıklar altında çok sayıda yazı kaleme alan ve konferans veren Lewis’in bu yazımızda İslam dünyası ve Türkiye’ye dair görüşlerine bakalım.
İngiliz istihbaratına çalışan Yahudi casuslardan sadece biri: B. Lewis
Yüzlerce senedir Akdeniz piyasalarında ticaret yapan ve Hıristiyan ülkeler ile Müslüman ülkeler arasında gidip gelen beynelmilel Yahudi tüccar sınıfı, çok dil bilen ve farklı medeniyetler hakkında bilgi sahibi olan insanlar yetiştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin zirve dönemlerinde Sultan’ın Akdeniz’deki istihbarat kaynakları arasında bu sınıfın önemli bir rol oynadığını tarihin birincil kaynaklarını okuyarak görebiliyoruz. Ancak on dokuzuncu yüzyılda Yahudi aleminde İngiltere’ye doğru bir göç dalgası yaşanmıştır. İngiliz iktisadi hayatında yer tutmaya başlayan Yahudi sınıfı, zamanla ülkenin siyasi ve içtimai hayatında da yer almaya başlamıştı. Zamanla İngiliz istihbaratı da Almanya’ya karşı Yahudi casusları kullanmaya başlamıştı. I. Dünya Savaşı esnasında Londra’da doğan Bernard Lewis, II. Dünya Savaşı esnasında MI6 için Ortadoğu’da dolaşıyordu. O’nun bu istihbarat yolculuğu zamanla İngiltere ve ABD başta olmak üzere Batı dünyasında akademik ve siyasi hayatta kendine yer bulmasına yol açacağı altyapıyı hazırladığı gibi zamanla tespitleri ve görüşleri de aynı dünyanın Şark’a bakışında yer almaya başlayacaktı.
5 dil ile İslam ve Osmanlı tarihinde şarkiyatçılık
Bernard Lewis, öğrendiği Arapça, Türkçe ve Farsça üzerinden İslam alemini, İngilizce ve Fransızcasıyla da Batı’yı bizzat kendi öz (birincil) kaynaklarından okumuştur. Dolayısıyla İslam tarihini, Osmanlı dönemini ve modern dönemi mütalaa ederken eski devrin kaynaklarını kullanmıştır. İslam aleminin kendi iç meselelerine ve dış dünyaya bakışını görmüş, Avrupa arşivlerini okuyarak da Batı’dan Şark’a nasıl bakıldığını öğrenmiştir. Böylece Lewis, on altıncı yüzyılda Akdeniz limanları arasında dolaşırken Marsilya ve Venedik limanları ile İzmir ve İskenderiye limanları arasında neler alınıp satılabileceğini bilen Yahudi bir tacir gibi modern dönemde aynı toplumlar arasındaki bilgi ihtiyacını elinde tutan ve yöneten bir araştırmacı olmuştur.
Cambridge History of Islam gibi İslam dünyasının haritasını çıkaran büyük araştırma yayınları O’nun danışmanlığında yürütülmüştür. Bu yönüyle tipik bir Batılı şarkiyatçı olmaktan daha fazlasını temsil etmeye başlamıştır.
Bernard Lewis, belki de Yahudi hüviyetinin sağladığı bir “tarafsızlık” sayesinde Hıristiyan Batı’da İslam dünyasına dair eskiden beri süregelen bazı peşin hükümleri çürütebilecek kadar objektif yorumlar da geliştirebilmiştir. Mesela İskenderiye Kütüphanesi’ni Hz. Ömer döneminde Müslümanların yok ettiği iddiasının temelsiz olduğunu gözler önüne sermiştir. Ayrıca Osmanlı tarihini araştırırken Avrupalı krallıklar ile mukayese ettiğinde Sultan’ın idaresinin Avrupalı ülkelerdeki gibi dikta rejimi olmadığını Osmanlı ve Fransız arşiv bilgilerine dayanarak göstermiştir.
Vehhabi “selefiliği” ve İsrail’in strateji ortaklığı
Avrupa’da aile hayatının bozulması ve kıtaya gelen Müslümanların sayısının artması sonucu “Avrupalılaşan İslam mı, İslamlaşan Avrupa mı?” sorusunu soran Lewis, son yıllarda Avrupa’nın hızla İslamlaştığını ancak bu esnada Suudi finansıyla yayılan Vehhabiliğin Avrupa’da radikal bir topluluk meydana getirdiği görüşünü savunmuştur. Vehhabi karşıtlığıyla bilinen Lewis’in görüşleri adeta günümüzde Trump Hükümeti tarafından uygulanmaya geçirilmiştir ve ABD’nin talebi üzerine Suudi Veliaht Bin Selman artık Vehhabi ideolojisini yaymaya eskisi kadar çok destek vermeyeceklerini geçtiğimiz günlerde ilan etmiştir. Nitekim günümüzde ABD destekli bir projede Suudi Arabistan’ın tarihi ideolojisini kenara çekerek İsrail ile Ortadoğu geleceğinde ortak çıkar inşa etmeyi kabul ettiğini görüyoruz.
Bernard Lewis kitaplarındaki Türkiye
Kendi ifadesiyle, Türkiye’ye pek çok yabancı araştırmacı gibi Batı’dan değil Şark’tan gelmiştir. Suriye üzerine araştırma yaptıktan sonra Ankara’ya geçmiş ve önce Türklerin eskiden yönettikleri coğrafyayı yaşayıp sonra bu dünyanın eski başkentine gelerek bazı şeyleri daha iyi anlamıştır. Osmanlı’nın niçin “gerilediğini” anlamaya çalıştığı gibi Türkiye’nin her iki dünya savaşından sonra Batı ittifakıyla nasıl bir yolculuğa başladığını muhakeme etmiştir. İlki için on altıncı yüzyıldan itibaren pek çok Osmanlı aydınının yazdığını okumuş, ikincisi için bizzat İstanbul ve Ankara’da tanıştığı Türkler ile sohbetler yaparak ve dönemi yaşayarak görüş sahibi olmuştur.
Bernard Lewis, 1950’de Osmanlı arşivleri yabancı araştırmacılara açıldığında buraya giren ilk Batılı araştırmacı olmakla bilinir. Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu on altıncı yüzyılı bizzat Osmanlı arşivlerindeki kayıtları okuyarak anlamak istiyordu ve İstanbul’daki ikameti esnasında bir yandan arşivlere gidip geliyor diğer yandan DP’nin CHP’den iktidarı devralışı ve ülkede yaşanan değişimleri müşahede ediyordu. Aynı zamanda İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’un teklifiyle Türkiye üzerine bir araştırma kitabı yayınlamak için çalışmalarını hızlandırmıştı. 1960’da Türkiye’de DP’nin iktidarına darbeyle son verilirken Lewis de hazırladığı kitabını tamamlamış ve Londra’ya göndermişti. Ertesi yıl Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu) ismiyle basılan bu kitap, yıllardır Batı’dan Türkiye’yi anlamak isteyenlerin adeta temel başvuru kaynağı olacaktı. Hatta Afrika ve Asya’da Türkiye’yi okumak isteyen herhangi bir akademisyen veya okuyucu da önce bu kitapla karşılaşmaktaydı. Koyu laisist politikalarıyla bilinen Fransa’da ise kitap “İslam ve Laiklik” başlığıyla yayınlanmıştı. (Fransız yayıncı başlığı böyle yapmasını Lewis’e açıklarken “Türkiye satmaz ama İslam satar” demiştir.) İran’da 90’lı yıllarda Lewis’ten telif izni alınmaksızın Farsçası yayınlanan eser, Türkiye’nin dini toplumdan laik siyasi hayata geçiş hikayesini anlatan bir kaynak olarak kabul edilmişti.
Türkiye’ye “derinlemesine” yolculuk
Avusturyalı oryantalist Paul Wittek, Lewis’in Türk dilini ve tarihini öğrenmeye başlamasında etkili bir isim olmuştur. Lewis’ten yıllar önce (I. Dünya Savaşı esnasında) İstanbul ve Suriye’de bulunan Wittek, yıllar sonra Avrupa’dan İngiltere’ye kaçarak Londra Üniversitesi (Şark ve Afrika Araştırmaları) SOAS bölümünde dersler vermeye başlamıştı. Lewis de doktorasını 1939’da SOAS’ta tamamlayacak ve Wittek’ten yıllar sonra aynı yerde dersler vermeye başlayacaktı. Türk siyasi hayatının derinliklerinin ve Türkçe öğrenme hikayesinin ana kahramanı ise Adnan Adıvar olmuştur.
1950’li yıllarda Türkiye’de dindar kesimin kendine güveninin arttığını ve halkın hacca gitmeye başladığını müşahede eden Lewis’e göre DP, demokrasiyle iktidara gelmişti ancak iktidardan ayrılmamak için her türlü politikaya başvuruyordu. Bunun tam bir benzerinin de AK Parti döneminde yaşandığını Ocak 2011’de Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği mülakatta söyleyecekti. O’na göre “AK Parti döneminde dindar kesim devleti ve piyasayı tüm kurumlarıyla ele geçirmeye çalışıyordu ve İslamcılar hedefleri doğrultusunda hızla ilerliyorlardı.”
Lewis’e göre Türkiye, Osmanlı döneminde din merkezli vatanperverlik üzerinden Cumhuriyet döneminde ise laik milliyetçilik üzerinden varlığını sürdürmeyi benimsemişti. Ordu’nun Milli Güvenlik Kurulu üzerinden Türkiye’yi kontrolü altında tutmaya çalışmasını ülkede demokrasiyi geliştirme adına olumlu gören Lewis, Ordu’nun darbe yaparak demokrasiyi koruduğu görüşünü desteklemiştir. Başka ülkelerde ordu darbe yaptıktan sonra iktidarı elde tutmaya devam etmesine rağmen Türk Ordusu’nun müdahale sonrasında istikrarı sağlayıp siyasetten çekilerek ortamı siyasi partilere geri vermesini ise Türkiye’nin NATO üyeliğine bağlamıştır. Çünkü TSK’dan siyaset yapması değil, bozulan siyasete ayar vermesi istenmiştir.
Siyonist lobicilerin açtığı yol, Ortadoğu’yu “demokrasi” ile işgal ederken
İngiltere’nin Ortadoğu’daki askeri varlığını neredeyse tamamen ABD’ye devrettiği 1970’li yıllarda Bernard Lewis de SOAS’tan ayrılıp ABD’ye yerleşerek Princeton Üniversitesi’nde ders vermeye başlamıştı. Siyonist lobici dostlarının yardımı, akademi dünyasından çok Beyaz Saray ve Pentagon’un koridorlarında dolaşmaya başlamasının önünü açacaktı. 21.yüzyıl başlarında küresel banker Rothschild Ailesi’nin petrol sektöründeki yatırımlarını artırdığı ve ABD’li petrol şirketleriyle İngiliz yatırımcıların aynı sektörde ortak strateji geliştirdiği bir dönemde Bernard Lewis “Irak’a demokrasi getirme” projesini seslendiren isimlerin önde gelenlerinden olacaktı.
Yıllardır Ortadoğu’da İsrail ve Türkiye’den başka demokratik ülke olmadığını söyleyen Lewis, ABD eliyle bölgede üçüncü bir demokrasi ülkesinin inşa edilmesi gerektiğine inanıyordu ve yoğun bir çabayla insanları bu teoriye inandırmaya çalışıyordu. Hedefteki ülke Irak idi. Irak’ın iyi bir demokrasi ülkesine dönüştürülmesi için gerekli olan eğitimli orta sınıf insan kaynağı, sekülerlik tecrübesi ve zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıyla Müslüman dünyada neredeyse eşsiz olduğunu söylüyordu. Petrol gibi zengin gelir kaynakları olmayan Türkiye’de demokrasinin geliştirilmesi mümkün olmuşsa Irak’ın sahip olduğu imkanların değerlendirilmesi halinde bu ülkede iyi bir demokratik yapının ihdas edilmesi çok mümkün olacaktı. Ancak bunun için ABD desteğinde önce Saddam Hüseyin’in devrilmesi gerekiyordu ve akabinde Irak halkının kendi hürriyetini inşa etmesi desteklenecekti. Saddam sonrası ABD yanlısı yeni bir rejim kurulurken seküler (Şii kökenli) siyasetçi Ahmed Çelebi’nin desteklenmesini tavsiye ediyordu. Lewis’e göre A. Çelebi desteklenerek “Irak’ın Atatürk’ü” yapılabilirdi.
Kürtlerin silahlandırılması tezi de onundu!
2002 ve 2003 yıllarında Amerikan devlet müesseselerindeki danışmanlar, diplomatlar ve siyasi mercilerin neredeyse tamamı “Irak’a müdahalenin elzem” olduğunu izah etmek için dil döken Bernard Lewis’in seminerlerini dinlemişlerdir. Lewis, İskender’in danışmanı Aristo edasıyla meseleyi tarih, din, coğrafya, ekonomi, Doğu-Batı ilişkilerinin seyri ve jeopolitik yönleriyle seslendiriyordu. Yaşlı oryantalist, kapalı kapılar ardında ve konferans salonlarında bunları anlatırken İngiliz – Amerikan enerji şirketleri Irak petrolünün geleceği için planlama yapıyor, iki ülkenin orduları Ortadoğu’ya sevkiyat yapıyorlardı. Lewis, ABD’nin sahaya “sert bir giriş yapmak” ile sahadan “çekilmek” arasında bir tercih yapması gerektiğini söylerken aslında ne kadar şahin görüşlere sahip olduğunu da göstermiştir. Ancak işgalden sonra Irak’ın nasıl bir ahvale düştüğü görülünce kendisine yöneltilen tenkitler karşısında böyle bir işgali tavsiye etmediğini, Kürtlerin silahlandırılarak Irak’ta denge sağlanmasını önerdiğini söylemeye başlamıştı. Bu strateji (kuzeydeki Kürtleri destekleyerek merkezi yönetimi bastırma) bugün de Suriye’de uygulanmaktadır.
Bernard Lewis, ABD’nin 1979’dan beri anlaşmazlık yaşadığı İran hakkında ifade ettiği cümlelerle de dikkat çekmiştir. Bir ortamda Henry Kissenger’ın “İranlı mollalar ile müzakere mi edelim?” sorusuna “Elbette hayır” diye cevap vererek İran siyasetinde ABD’nin bu ülkeye baskısını savunmuştur. Amerikan baskıları karşısında İran’ın eskisi gibi laik bir demokrasiye dönüş yapmasının mümkün olacağını düşünürken Türkiye’nin (2010’lu yıllardaki gidişatı) “böyle devam ederse” İran gibi din devletine dönebileceğini söylemiştir. Bernard’a göre Türkiye’de İslami bir demokrasi projesi kurgulayanların bundan vazgeçmesi gerekmektedir ve Türkiye’de laik bir demokrasiyle yola devam edilmesi daha mühimdir. Çünkü İslamcılar kendi iddia ettikleri demokrasiyi Batı tarzından uzak başka bir modele dönüştürmeyi hedeflemektedirler. Bu da Türkiye’nin Batı ile ortak demokrasi anlayışından uzaklaşmasına ve belki de Batı’nın Türkiye’yi kaybetmesine yol açacaktır.
Yüzyılın hikayesi ile öldü
Sonuç olarak, Bernard Lewis’in Anglo-Sakson dünyadaki yükselişi elbette Siyonist hüviyetiyle doğrudan alakalıdır. Ancak tipik Batılı oryantalistlerin ötesine geçerek İslam dünyası ile Hıristiyan kökenli Batı arasındaki tarihi akışı okumaktaki maharetini muhtemelen Hıristiyan kültüründen uzak (beynelmilel bir Yahudi) aydın oluşuna borçludur. Londra’ya istihbaratçılık, Washington’a danışmanlık hizmeti vermiştir. Nihayetinde Ortadoğu üzerine sahip olduğu dil, tarih, coğrafya ve din bilgilerini Ortadoğu’nun askeri işgale uğraması yolunda kullanmıştır. Geride bıraktığı zengin literatür, Batı’da Şark’ı anlamak isteyen yeni nesil oryantalistlere esin kaynağı olmaya devam ettiği gibi miras bıraktığı görüşler de temsil ettiği dünyanın Ortadoğu yol haritasında izlerini uzun süre koruyacaktır.