Bu ülke, emperyalistler tarafından işgal edilemedi. Çanakkale, emperyalistlere dârü’l-İslâm’ın son kalesi Anadolu kıtası’nı emperyalistlere dar edeceğimizi gösterdiğimiz son büyük ölüm-kalım savaşıydı.
İslâm dünyası, Osmanlı’dan sonra paramparça edildi.
Bu toprakları emperyalistlere çiğnetmedik.
Tablonun görünen yüzü böyle.
Bir de tablonun görünmeyen yüzü var: İşte orası karanlık biraz, hem de çok karanlık!
Yakın tarihini bilmeyen, yakın tarihine dünya kadar uzak olan tek toplum biziz o yüzden.
Yakın tarihini “yalanlar” üzerine kurgulayarak genç kuşaklarına ve kitlelere dayatan tek ülke biziz.
Yakın tarihin “karartılması” bir kaç işlemle gerçekleştirildi.
Öncelikle bu toplumun tarih bilinci linç edildi. Bu toplumun tarihi Cumhuriyet’e hapsedildi, Cumhuriyet’in öncesi, hatta Cumhuriyet’i hazırlayan Tanzimat ve Meşrûtiyet süreçleri de -büyük ölçüde- hasıraltı edildi. Özellikle meşrûtiyetlerde ortaya konan entelektüel birikim inkâr edildi; eğer o birikim bıçak gibi kesilmemiş olsaydı, daha da derinleştirilerek geliştirilebilseydi, bugün bambaşka bir yerde olurduk.
“KÜLTÜREL İNKÂR”DAN KÜLTÜREL İNTİHARA…
Bu toplum emperyalistlere fiilen teslim olmadı ama zihnen teslim oldu: Batılılar tarafından sömürgeleştirilemedi ama kendi kendini sömürgeleştirdi.
Buna, “kale içerden ele geçirildi” de diyebiliriz: Bu toplumunun medeniyet birikimi, dinamikleri, ruhu dinamitlendi.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu süreci, “kültürel inkâr” olarak tanımlar. Tanpınar, seküler bir adamdır ama ülkenin yaşadığı ontolojik yok oluş felâketini görecek kadar bu toprakların insanlığa sunduğu derûnî ruhu iliklerine kadar yaşayan bir estet, bir şair, bir romancı ve bir düşünürdür de aynı zamanda.
Cumhuriyet’le başlayan süreç, bizi medeniyet değiştirmeye zorladı: Bu toplumun medeniyet iddiası yok edildi. Ruhkökleri kurutuldu. Bu topraklarda önce laik bir devlet icat edildi, İslâm bütün kurumlardan arındırıldı; sonra da laik bir toplum icadı devreye girdirildi.
Bizimle birlikte dünya tarihinin yapılmasında belli roller oynayan ülkelerin hiç biri medeniyet iddialarını terketmediler oysa!
Almanlar, iki büyük dünya savaşı verdiler, yok olmanın eşiğine geldiler ama “emperyal” iddialarını aslâ terketmeyi düşünmediler.
O yüzden toparlandılar, büyük bir yıkımdan başarıyla çıkmasını bildiler.
Ruslar da, yine Rus Ortodoks ruhu üzerinden toparlanma savaşı veriyorlar ve Putin’le gelinen noktada çok büyük mesafe katettiler.
Bu süreçte ruhunu ve ruhköklerini inkâr ederek kültürel dinamiklerini ve medeniyet iddialarını dinamitle aymazlığına soyunan tek ülke biziz!
Neden acaba?
Bu topluma laiklik projesi adı altında zorla, tepeden, Jakoben yöntemlerle medeniyet değiştirme dayatması yapıldı.
Sömürgecilerin dışardan işgal edemedikleri bu ülke bir anlamda içerden ele geçirilmiş oldu. Tanpınar’ın “kültürel inkar”ı kültürel intihara dönüştü!
Bir toplum medeniyet değiştirmeye kalkışarak “çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne” çıkamaz!
Yalnızca başaşağı yuvarlanır, çıkmaz sokaklara saplanır kalır!
Çünkü medeniyet değiştirme süreci, yüzyıllar süren zorlu bir süreçtir: Önce bir tanıma (“taklit” ve tenkit), sonra bir tanımlama (tahkik ve tarif), ardından bir özümleme (tefrik) ve yaratıcılık (teklif) süreçleri kaçınılmazdır.
Bir gecede olacak işler değildir “bu işler”.
Daha da vahimi, bir toplum, büyük tarihî krizler yaşayabilir ama bu tarihî krizleri, köklerini, medeniyet ruhunu, birikimini inkâr ederek aşamaz.
Bunun tek bir örneği bile yok insanlık tarihinde!
Büyük ölçekli kriz yaşayan bir toplum, önce krizle yüzleşir, derinlemesine felsefî bir hesaplaşma süreci yaşar, köklerini taze bir ruhla keşfe çıkar, Babanzade Naim’in “keşf-i kadîm” olarak adlandırdığı ve üzerinde kafa yorduğu bu süreç, bütün büyük ölçekli krizler yaşayan medeniyetlerin başvurdukları yegâne çıkış yoludur.
Batılılar, modernliği icat ederken iki bin yıl önceki köklerine gittiler; üstelik de bizim üzerimizden, İslâm medeniyetinin katkısıyla.
Ama biz, Batılıları bile köklerine döndürecek güce, çapa, derinliğe sahip medeniyet dinamiklerimizi diriltici bir ruhla, taptaze bir solukla keşfedeceğimize dinamitlemeyi tercih ettik!
İntihara sürüklendik.
İşte bizim trajedimiz bu!
Bu intiharı, Cumhuriyet kadrolarının kurucusu Kadro hareketinin babası Şevket Süreyya Aydemir, İnkılap ve Kadro başlıklı son kitaplarından birinde sarsıcı bir dille şöyle özetler: Her şeyi yıktık ama yerine hiçbir şey koyamadık.
Yakıcı gerçek bu.
Ama Türkiye’de sığ Kemalizm tavan yaptı.
Üstelik bir de buna muhafazakâr Kemalizm denen temelsiz, köksüz bir dalga, tuz-biber ekti!
KENDİMİZE ÇEKİ-DÜZEN VERMEK ZORUNDAYIZ!
Bir toplum, medeniyet değiştirmeye soyunarak varlığını bile sürdüremez.
Felâketle sonuçlanır bu tür köksüz, ruhsuz, sığ, hiç bir tartışmaya, konuşmaya, entelektüel açılıma izin vermeyen dayatmalar.
Bu dayatmaların varacağı yer, şiddetli savrulmalardır yalnızca. Savrulmalar ve ardından gelecek yapay olarak icat edilen ama gerçeğe dönüşmesi önlenemeyen, önlenemeyecek büyük kargaşalar.
Türkiye, köklü bir medeniyet buhranı yaşıyor iki asırdır.
Medeniyet krizi epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuştur. Yönün ve yörüngenin yitirilmesi, her alanda ontolojik vakumların oluşmasıdır.
Eğer bu boşluklar, tarihî tecrübeden süzülüp gelen ilkelerle, ruhla ve dinamiklerle doldurulamazsa, ayartıcı her tür eğilim tarafından kolaylıkla doldurulabilir bir süreliğine de olsa. Ama uzun vadede bu, bu toplumun ölüm sürecine girmesi demektir. Yaratıcı’ya, insana, dünyaya ve hayata dâir hiç bir felsefî önermesi ve derinliği olmayan bu tür sığ ve ayartıcı ideolojiler, toplumu çıkmaz sokaklara fırtlatmakla sonuçlanır.
Türkiye’deki İslâmî kesimlerin son on yıllardan bu yana İslâmî ilkeleri ve değerleri değersizleştirecek kadar sekülerleşmeleri, dünyevîleşmeleri, komformistleşmeleri, oportünistleşmeleri, sığ / volk Kemalizm biçimlerinin patlamasına yol açtı.
Önce kendimize çeki düzen vermek zorundayız. İslâmî ilkeleri gözümüz gibi korumak zorundayız. Unutmayalım: İslâm’ı kaybedersek, hem hiç bir şeyi kazanamayız hem de bu toprakları da, bu topraklardaki varlığımızı da koruyamayız.
Bu çölleşme, çözülme ve savrulmanın bizi götüreceği yer felâkettir.
Kazana kazana kaybediyoruz…
Yüzyılın sonunda gelinen nokta burası.
Benden hatırlatması…
Vesselâm.
YUSUF KAPLAN