Kabil’in günahı Habil’i öldürmekti. Peki ya Afganistan’lı Kabil’in kabahati neydi?
Şehrin rakımı Uludağ’ın zirvesi kadar. Havası şahane, meyveleri muhteşem.
1979’tan beri, yeryüzünde üzerine en çok bomba yağdırılan şehir unvanını şerefle taşımakta.
Kabil’in hikâyesini anlatmak kabil değil. Güzelliklerini anlatmak isterdim. Fakat ansiklopediler dolduracak çaptaki acıları dururken, güzelliklerden dem vurmak yakışmazdı.
Yirminci yüzyılda insanlığın en büyük ayıbı Kabil’dir. Bugünlerde Suriye olduğu gibi…
Çok şükür, okulları harap edilip eğitimden mahrum bırakılan Kabillilere son model arabalar ve dünya markası cep telefonları verilmiş şimdi. Sahte bacak üreten fabrikalar açılmış. Demokrasi bahşedilmiş. Yaralar sarılıyor.
Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, şiddet ve kardeş kavgası… “Yabancıların yaptıklarını anlayabiliyorum, ama bizimkileri anlayamıyorum”, diyor Kabil.
Bir avuçta sıkılmayan parmaklardan yumruk olmaz!
Bizler birlik olamadıktan sonra, ne düşmanlarımızdan; ne de halimizden şikayet etmeye hakkımız yok. Memleketi iki asır boyunca yönetenler “Ne bahtiyar ol kişi kim kökeni Peştun ola” diye siyaset yürütmüş. Birinin şivesi hor görülmüş, diğerinin kıyafeti. Ve netice… Kabil düşman çizmeleri altında ezilmiş! Fakirlik ve sefalet pençesine esir düşmüş. Komünist fantazya ve küresel hegemonya tutkularının faturasını ödüyor Kabilliler. Daha doğrusu kendi gafletlerinin cezasını.
Kabilin hikayesini okuyunca, Horatius’un şu sözü geliyor akla: Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikayen. Gerçekten de bu kıssadan çıkarılacak çok hisseler var. Suriye, Irak, Somali, Türkiye… Hepimiz için.