Suriye muhalefeti, Aralık 2016’da ülkenin en büyük ikinci kenti ve ekonomik başkenti konumundaki Halep’in merkezi semtlerini Esed rejimine kaptırdı. Rusya’nın havadan, İran’a bağlı militanların da karadan yoğun askeri desteğini alan Esed rejiminin Halep’i ele geçirmesi Mart 2011’de başlayan Suriye devriminde dengeleri büyük oranda değiştirmiştir. Halep’in rejim güçlerinin kontrolüne geçmesinin artık belli olduğu aşamada Türkiye, o güne kadar Suriye’ye gerçekleştirdiği ilk doğrudan müdahalesini yaparak, Rejim-Rusya-İran ittifakı ile muhaliflerin arasını bulmuş ve sivillerin kentten açılan güvenli koridorlar aracılığıyla kuzey bölgelerine ve batıdaki İdlib’e intikalini sağlamıştır.
Bu arabuluculuk, daha sonraki süreçte Kazakistan’ın başkenti Astana’da gerçekleştirilen Rusya-Türkiye-İran üçlü zirvesiyle farklı bir aşamaya taşındı. Astana’da söz konusu üç aktörün yanı sıra, rejim ve muhalefetin askeri temsilcileri bir araya gelerek, çeşitli konularda anlaşmaya varmaya çalışmıştır.
Astana Çözüm Süreci
Astana sürecinin en önemli hedefi, askeri açıdan gerilimin azaltılmasının ardından siyasi müzakerelerin başlatılarak Suriye krizinde çözüme ulaşmaktı. Zirvenin askeri ayağını tamamlamak isteyen garantör ülkeler (Rusya-İran-Türkiye), çatışmaların bitirilmesi için “Gerginliği Azaltma Anlaşması” adı altında bir çeşit filli ateşkesi Suriye sahasına yansıtmaya çalıştılar. Bu kapsamda, muhaliflerin kontrolündeki 4 önemli bölge olan İdlib, Doğu Guta, Humus’un kuzey kırsalı ve Halep’in batı kırsalı, çatışmasızlık bölgeleri ilan edildi. Türkiye, savaşan taraflar arasındaki askeri teması kesmek için İdlib merkez olmak üzere Hama-Lazkiye-Halep-Türkiye sınırı dörtgeninde 12 askeri gözlem noktası kurdu. Türkiye’nin Gerginliği Azaltma Anlaşması çerçevesinde kontrol noktaları kurarak çatışmaları sonlandırma çabalarına karşın anlaşmanın diğer tarafları olan İran ve Rusya, rejimi askeri açıdan desteklemeye devam ettiler.
Anlaşma imzalandığında Esed rejimine bağlı kuvvetler, 185 bin kilometrekarelik Suriye topraklarının yüzde 19.3’ünü (36 bin kilometrekare) kontrol ediyordu. Muhalif gruplar ise Suriye’nin toplam yüzölçümünün yüzde 19.2’lik kısmında hakim durumdaydı. Muhalefetin kontrol altında tuttuğu yerler arasında, kuzeybatıdaki İdlib ve çevresinin yanı sıra, güneybatıdaki başkent Şam’ı çevreleyen Doğu Guta, Yermük Mülteci Kampı’nın bir kısmı, güneydeki Dera ve Kuneytira bölgeleri ile Suriye çölündeki sınırlı alanlar ve ABD kontrolünde bulunan Suriye-Irak-Ürdün üçgenindeki Tenef bölgesi ile Kuzeyde Türkiye’nin desteğiyle kontrol altına alınan Azez-Carablus-el-Bab üçgeni (Fırat Kalkanı) bulunuyordu.
Mayıs 2017’de imzalanan Gerginliği Azaltma Anlaşmasının üzerinden geçen bir yıllık süre içinde Rusya ve İran’ın sınırsız askeri desteğini alan Esed rejimi, anlaşma kapsamındaki iki bölge (Doğu Guta ve Humus’un kuzey kırsalı) ile Rusya-Ürdün-ABD arasında varılan uzlaşıyla fiili bir ateşkes sağlanan Dera ve Kuneytira bölgelerini ele geçirdi. DEAŞ terör örgütü kontrolünde bulunan Yermük Mülteci Kampı’nın kalan kısmının yanı sıra, Deyr-i Zor’un batı kısmı, Suriye çölünün ana hatları ve Şam’ın merkezi semti el-Kadem’i de ele geçiren rejim, ele geçirdiği bölgelerde muhalifleri anlaşmaya zorlayarak silahlı muhalif unsurlar ve bu unsurlara destek vererek Esed rejiminin meşruiyetini reddetmekte ısrar eden binlerce sivili aşamalı olarak İdlib’e sürdü.
Anlaşmanın üzerinden 1 yıl 5 aylık bir süre geçmişken, bugün artık alan hakimiyeti açısından Suriye’nin en küçük aktörü konumuna gerileyen muhalif grupların elinde sadece Suriye’nin toplam yüzölçümünün yüzde 2.5’ini oluşturan (10 bin kilometrekare, yani Lübnan’ın yüzölçümüne denk bir alan) İdlib kaldı. Bir yıllık süreç içinde hakimiyet alanını 3 katına çıkaran rejim ise kontrolündeki toprakların oranını 111 bin kilometrekare ile yüzde 60’a ulaştırdı.
Bu gelişmeler, Astana sürecinin Suriye’de adil bir siyasi çözüm için yeterli olup olmadığı ve rejim ile destekçilerini katliam ve sürgünlerini engelleyebilme bakımından sorgulaması gerektiğini göstermektedir. Dolayısıyla Astana’nın başarısız veya daha ılımlı bir söylem ile yetersiz bir süreç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Türkiye, İdlib’de Direnebilecek mi?
Şam rejiminin başı Beşşar Esed, Doğu Guta’nın el değiştirdiği Mayıs ayında yaptığı bir açıklamada, henüz Dera’ya operasyon başlatılmamışken yeni ve nihai hedefinin İdlib olacağını söylemişti. İdlib’e askeri operasyon düzenleneceğinin yoğun olarak dillendirilmeye başladığı Eylül ayı içinde sosyal medyada görüntüleri yayınlanan rejimin Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim ise işi daha öteye taşıdı. Lazkiye’de bulunduğu bir evin balkonundan Hatay’ı gösteren Muallim, “Orası bizim ve onlara rağmen geri döneceğiz” demişti. Bununla da yetinmeyen Muallim, Türkiye’nin PKK ve DEAŞ terör örgütünden temizlediği Afrin ve Fırat Kalkanı bölgelerini de kastederek, “Türkiye ile karşı karşıya gelmeyi istemiyoruz. Ancak Türkiye, İdlib’in Suriye toprağı olduğunu kabul etmeli” ifadelerini kullandı.
Rejim her ne kadar “İdlib’i gerek anlaşmayla gerekse güç kullanarak ele geçireceğiz” dese de, rejimin bugünlere gelmesinde başat rol oynayan en büyük müttefiki Rusya, şimdilik operasyon için ciddi bir adım atmadı. Rusya’nın resmi haber ajansı Interfax’ta 13 Eylül günü yer alan haberde, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, “Suriye Ordusu’nu Idlib’e saldıracağı yönündeki iddialar gerçeklikten uzak iddialardır” demesi de Rusya’nın en azından şimdilik operasyonu ertelediği şeklinde yorumlanabilir. Ancak Rus yetkililer, her fırsatta İdlib’deki terör gruplarını bahane ederek, muhtemel bir operasyonun sinyalini veriyor. Daha önceki açıklamalarında, İdlib’deki Heyet Tahriru’ş Şam (el-Kaide’nin eski Suriye kolu ancak daha sonra el-Kaide’den irtibatını kesen Nusret Cephesi’nin oluşturduğu askeri koalisyon) varlığına işaret eden Lavrov, bölgedeki terör gruplarının temizlenmesi gerektiği aksi halde askeri operasyonun başlayacağı tehdidinde bulunmuştu.
Türkiye ise İdlib’de terör unsurlarının var olmasının gelen göçlerle birlikte nüfusu 3 milyonu aşarak Suriye’nin en büyük nüfus yoğunluğuna sahip bölgesi konumuna gelen İdlib’e bir askeri operasyonu meşru kılmayacağını ve bu operasyonun felaket getireceğini ve binlerce sivilin ölümünün yanı sıra, binlercesinin de mülteci konumuna düşeceğini savunarak, İdlib’e olası bir askeri operasyonu engellemeye çalışıyor.
İdlib’e askeri operasyonun engellenmesinin Türkiye açısından mülteci akımını ve muhtemel bir katliamı engellemek kadar ahlaki ve siyasi gerekçeleri de vardır. Zira Türkiye, Suriye devriminin başından beri duruma ahlaki ve insani açıdan yaklaşan yegane ülke konumundadır. 7 yıldır 3.5 milyonu aşkın Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatlarıyla Suriye’nin kuzey bölgelerini terörden arındırmış ve buralarda sivillerin korkusuzca yaşamasını sağlayarak, yıllardır dünyayı kasıp kavuran terör tehlikesine karşı önemli kazanımlar elde etmiştir.
İdlib’in düşmesi halinde Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlaması açısından önemli olan bu kazanımların kaybedilme riski azımsanmayacak kadar büyüktür. Zira karşımızda insani dinamikleri tamamen göz ardı eden güçler vardır. Rusya’nın olası İdlib harekatı sonrası, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı bölgelerine de benzer gerekçelerle saldırma ihtimali uzak değildir. Bu durumda Türkiye’nin teröre karşı elde ettiği kazanımlar ve ödediği bedeller tamamen boşa gidebilir.
Bundan hareketle, Türkiye’nin İdlib’i korumasının hayati bir öneme sahip olduğu kesindir. Ancak Rusya açısından da düşündüğümüzde, İdlib’in rejimin kalesi konumundaki Lazkiye’ye yakınlığı ve buradaki muhalif grupların Lazkiye’de Rusya’ya ait deniz ve hava üslerini (Tartus limanı ve Hmeymim askeri üssü) tehditten kurtarması, Moskova açısından Suriye savaşının en kritik amaçlarından biridir.
Böylesi bir ortamda İran’ın başkenti Tahran’da toplanan Rusya-Türkiye-İran zirvesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendinden emin ve sağlam konuşmasıyla sunduğu ateşkes önerisinden başka ciddi bir sonuç çıkmadığını görebiliriz. Zira zirvenin diğer iki tarafı İran ve Rusya, terör bahanesini öne sürerek İdlib’in rejim kontrolüne geçmesi gerektiğini dillendirdiler. Rejim güçleri ve Rusya’nın İdlib’in güney bölgeleri ile Hama’nın kuzey bölgelerine yönelik gerçekleştirdiği ancak son günlerde hafifleyen yoğun bombardımanı göz önüne aldığımızda ateşkesin uygulanmayacağını bilmek için müneccim olmaya gerek yoktur.
Tahran zirvesinden sonra öyle görülüyor ki Rusya, Türkiye’nin İdlib’de bulunan ve terör listesine aldığı HTŞ’nin sahadan çekilmesini sağlaması için beklemeye geçti. Türkiye bir taraftan HTŞ’yi çeşitli formüllerle ikna etmeye çalışırken, diğer taraftan bölgeye uzun vadeli bir direnişe yetecek askeri yığınak sağladığı görülüyor. HTŞ’nin sahadan çekilmesi seçeneği zor görülse de imkansız değildir. Ancak, Türkiye’nin HTŞ’yi tasfiye etmek için Ulusal Özgürleştirme Cephesi çatısı altında topladığı diğer askeri grupların HTŞ’ye saldırmasını sağlaması büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirecektir. Zira böylesi bir durumda hem rejim saldırısının sebep olacağı yıkımın aynısı meydana gelecek, hem de muhalifler zayıflayarak İdlib, rejim ve Rusya açısından daha kolay yutulur bir lokma haline gelecektir.
Türkiye’nin HTŞ’yi tasfiye etmek için örgüt militanlarını silah bırakmaya ve diğer muhalif gruplara katılmaya zorlayarak, sınırlı askeri operasyonla HTŞ’yi tasfiye etme yoluna gitmesi daha mantıklı olabilir. Bu arada, HTŞ liderleri, İdlib’deki sivillerin karşı karşıya kalacağı katliam ihtimalini bir baskı aracı olarak kullanması da olasıdır.
Bu seçeneğin önündeki engellere Rusya ve uluslararası toplumun terör örgütü olarak nitelenen HTŞ’nin tasfiye edildiğini ikna edilmesinin zor olmasının yanında, HTŞ’nin özellikle radikal eğilimi yüksek yabancı savaşçılarının muhtemel bir aşırı hareketi eklenebilir. Zaten Türkiye’yi demokratik sistemi nedeniyle gayr-i İslamî gören bu unsurlar, gemileri yakarak kontrol noktalarından birine yönelik bir saldırı girişimi içine girebilir. Böylesi bir durumda Türkiye’nin bütün çabaları boşa gitmekle beraber, Rusya ve rejim de aradığı meşruiyeti bulabilir.
Batı’nın Tavrı ve Cenevre Süreci
Buna rağmen rejim ve Rusya’nın askeri operasyona başlaması halinde terörün yüzbinlerce insanın öldürülmesine sebep olacak bir operasyonun bahanesi olamayacağı yüksek sesle dillendirilerek, Rusya’nın sonunda masaya oturmak zorunda kalacağı bir direniş örgütlenebilir. Bu bağlamda, bir kaç gün önce düzenlenen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) toplantısında da benzer bir argüman öne sürülerek, terör bahanesiyle binlerce sivilin öldürülmesine göz yumulmayacağı açıkça bildirilmiştir. Gerek bu açıklama gerekse daha önce başta ABD Başkanı Donald Trump olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından da öne sürülen muhtemel kimyasal saldırıya karşı sessiz kalınmayacağı tehdidi, Rusya’nın masaya oturmasında etkili olabilir.
Türkiye, bu konuda elini güçlendirecek farklı adımlar da atıyor. Örneğin, MİT’in Esed rejiminin kalesi konumundaki Lazkiye’de gerçekleştirdiği operasyonla 2015 yılında meydana gelen ve 53 vatandaşımızın ölümüne sebep olan Reyhanlı saldırılarının organizatörü Yusuf Nazik’i yakalaması rejime gönderilmiş ciddi bir gözdağı olarak nitelenebilir.
Son günlerde bombardımanların durmasına paralel olarak, Türkiye’nin İdlib’deki direnişe destek amacı güttüğü açık askeri konvoyları bombardımanlara hedef olan İdlib’in güney kırsalına yığması da Türkiye’nin kararlılığını göstermesi açısından ciddi bir adım olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte, İdlib’in düşmesi halinde bile Rusya’nın uğraşacağı zorlukların sona ermeyeceği bir gerçektir. Zira, karşımızda büyük kentleri yerle yeksan olan ve yeniden onarılmayı bekleyen bir ülke var. Suriye’nin yeniden onarılması için gerekli olan paranın ise 450 milyar dolar civarında olduğu resmi kayıtlara geçmiştir. Ne Rusya, ne İran, ne de her ikisinin tek başına Suriye’yi yeniden imar etmeye güç yetiremeyeceği açıktır. Batı ise Suriye’nin yeniden imarı için açıkça siyasi çözümü ve bu çözümün Cenevre süreci aracılığıyla sağlanmasını şart koşmaktadır.
Rusya, yine de bu minvaldeki çabalarını sürdürüyor. Rejimin birçok bölgeyi ele geçirerek kendi açısından güvenliği sağlamış olması Rusya tarafından mültecilerin geri dönüşüne yeterli bir sebep olarak gösteriliyor. Bu çerçevede mültecilerin geri dönüşünü organize edecek bir komite kuran Rusya, bu komite aracılığıyla Lübnan, Ürdün, Irak ve Türkiye gibi civar ülkelere sığınan mültecilerin rejim kontrolündeki bölgelere geri dönüşünü sağlamaya çalışıyor.
Bütün çabalarına rağmen Moskova yönetimi bu hamlesinde kısmi bir başarı elde edebildi. Sadece Lübnan, Rusya’nın bu girişimine destek vererek, mültecilerin dönüşünü organize etmeye başladı. Buna karşılık Batı ülkeleri ve BM mültecilerin uygun şartlar oluşturulmadan dönüşüne karşı çıkıyor. Lübnan’ın mülteciler konusunda adım atmasının sebebi ise ülkede yaşanan siyasi tıkanıklıktan faydalanan Suriye rejiminin müttefiki Hizbullah ve Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın çabalarıdır. Ayrıca, ülkede büyük bir ekonomik kriz yaşanması da Lübnan Kuvvetleri Partisi gibi aslında Esed rejimine karşı olan siyasi tarafları ikna etmişe benziyor. Lübnan’daki Sünni kesimin temsilcisi Başbakan Saad el-Hariri ise her ne kadar direnmeye çalışsa da mevcut siyasi tıkanıklık nedeniyle adım atmakta zorlanıyor.
Buna karşılık BM tarafından yapılan ayrı açıklamalarda, Suriye’de uygun şartlar oluşturulmadan mültecilerin geri dönmeyeceği ve Suriye’nin yeniden imarı için Cenevre süreci çerçevesinde bir çözüme ulaşılması gerektiği dile getirilmiştir. Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Sorumlusu Fedherica Mogherini de benzer bir açıklamayla Suriye’de güvenlik sağlanmadan mültecilerin dönüşünün mümkün olmadığını dile getirdi.
Öte yandan, rejim generallerinden Cemil el-Hasan’ın Temmuz ayı sonunda sosyal medyaya sızdırılan görüntülerinde “Hakkında tutuklama emri olan kişilerin sayısının bu kadar fazla olması, mültecilerin dönüşü planımıza herhangi bir zarar vermeyecektir. 10 milyon sadık Suriyeli, 30 milyon bozguncu Suriyeliden iyidir. Geri dönenlere, koyunlara davrandığımız gibi davranacağız. Sağlam olanlar korunacak, hastalıklı olanlar telef edilecek. Hakkında tutuklama kararı olanlar ise doğrudan terör kapsamına alınacak. Suriye, 8 yıllık mücadeleden sonra sırtlanlara tahammül göstermeyecek” demesi bu konudaki endişelerin haksız olmadığını gösteriyor.
BM’nin Suriye’nin yeniden imarını doğrudan Cenevre sürecine bağlaması bu açıdan bakıldığında oldukça önemli. Cenevre sürecinin temel dayanağı olan 2254 sayılı uluslararası karar, Beşşar Esed’in iktidardan uzaklaştırılarak Tam Yetkili Geçici Yönetim Kurulu’nun geçiş sürecini yönetmesini, Suriye hapishanelerindeki siyasi tutukluların serbest bırakılmasını ve mültecilerin ülkelerine geri dönüşü için uygun ortam sağlanmasını öngörmektedir.
Rusya’nın süreci tek başına yönlendirememesi, batının İdlib krizinde Türkiye’nin arkasında durma sinyali vermesi ve Türkiye’nin rejim ve Rusya karşısında direnerek bu güçleri masaya oturmaya zorlaması oldukça önemli. Aksi durumda, İdlib’de kaybeden sadece Suriye halkı olmayacak, Türkiye ile beraber insani değerleri savunması beklenen özgür dünya da kaybedecektir.
İSMAİL ÇOKTAN