Umberto Eco Kimdir
1932 yılında, İtalya’nın Milan eteklerindeki Allesandria kasabasında dünyaya gelir. Babası, on üç çocuklu bir aileden gelir. İkinci Cihan Harbi sırasında annesiyle bir dağ köyüne taşınırlar. Burada, Katolik Salezyenler Kilisesine ait bir mektebe kaydolur. Kilisenin misyonu, nizamnâmesinde şöyle tarif edilir: Gençlerin, bilhassa fakir oğlanların, rahip olmaları cihetinde yetiştirilmeleri ve üyelerinin mükemmel Hristiyan olmaları için her türlü maddi ve manevi hayır hizmetleri yapmak. Umberto Eco, bu okulun kendisi üzerindeki tesirlerini pek çok konuşmasında dile getirecektir.
Babası avukat olmasını ister. Fakat genç Umberto, avukat olmak için girdiği üniversitede, hukuktan çok Orta Çağ tarihini didikler. O dönemin kültür ve düşüncesini irdelerken, Aziz Thomas Aquinas’a hususî alaka gösterir ve tezini de Katolik İtalya’nın Avrupa’ya armağan ettiği bu keşiş üzerine yazar. Aristo felsefesini Hristiyan prensipler ışığında tetkik eden Aquinas, Avrupa düşüncesi üzerinde derin izler bırakan bir teolog ve filozoftur.
Umberto’nun kariyeri tek çizgi üzerinde ilerlemez: Gazetecilik, edebiyat eleştirmenliği, antropoloji, gösterge bilimi (semiyotik), akademisyenlik, roman yazarlığı ve bilahare Doğu kültürleri ile Batı arasındaki diyaloğu geliştirmek için giriştiği içtimai faaliyetler. Romanları dışında, semiyotik bilimi ve Orta Çağ (estetiği) ile alakalı çalışmaları vardır.
Yazlığındakilerle beraber ellibin cilt eserlik kütüphaneye sahip Umberto Eco; bitmez tükenmez bir merak ve iştahla yeni sahalara kement atmak ister. Plaktan çıkan notalar hafifçe odayı dolaşırken, tütününü tüttürüp kitapların arasında gark olmayı sevdiği rivayet edilir.
Sanatçı, ressam, yazar ve müzisyen avangardların toplandığı Gruppo 63 denilen bir grupta yer alır. Gruppo 63’ün yazarlık hayatında önemli tesirleri olmuş.
Semiyotik ve Umberto Eco
Diğer sıkıcı akademisyenlerden hiçbir farkı olmayan Umberto Eco; nasıl oldu da, kitabı yirminci asrın en çok satılan yazarlardan biri hâline geldi? Orta Çağın çürük dehlizlerinden çıkıp, şöhretin yaldızlı dünyasına erişmesi, hak edilmiş bir başarı mıdır? Yayınevinin pazarlama becerisinin eseri mi; palyaçoları mütefekkir diye yutturan “piyasa” saçmalığı mı; aldığı komutlarla zombiler yığını gibi bazı kitaplara hücum eden şuursuz okuyucuların abartması mı? Nedir bu Umberto Eco masalı?
Kim ne derse desin; Umberto Eco’nun dünya sathındaki muvaffakiyetinin arkasında; Semiyotik sahasındaki ihtisası sayesinde; kelime, söz, metin, lisan, beyân ve simgelerin sahip olduğu gücü keşfetmesi yatıyor. Orta Çağı Eco’dan daha iyi bilen tarihçiler olabilir. İyi bir tarih bilgisine ilâve olarak; metinler, insanlar ve hayatı nasıl yoğuracağını çözdüğü için Gülün Adı gibi bir eser yazabilmiş. Ortaya attığı teoriyi kendi şahsındaki pratikte sembolize edebilmiş.
Edebî metinler mânâ şeridi değil; mânâ sahasıdır Eco’ya göre. Metinler; zihin, toplum ve hayatla irtibatlı; aynı zamanda dinamik ve farklı psikolojik durumlara farklı şeyler anlatabilen “açık” sahalardır. Sosyolojik perspektiften kitle iletişimini araştıran Umberto Eco; hâkim kitlesel medya kültürüne karşı semiyotik gerilla iletişim taktiklerinin kullanılmasını teklif etmiş. Bu da; gösterge bilimini kullanarak, gürültüde sesini duyurabilme tekniği demektir. Semiyotik taktikler, beyân ve ifadedeki kıvraklığın sadece bir motif olmasını değil, aynı zamanda yazar tarafından bir silah olarak kullanılmasını temin etmiş.
Edebiyat, birbiriyle bağlantılı olan edebî eserlerin ördüğü bir ağ, bir dünyadır. Metinler bir birinden kopuk değildir. Dünyadaki bütün diğer metinlerden habersiz biri; tek bir kitabı eline alıp, o kitabı; dünyadaki diğer bütün metinlerden bağımsız olarak, anlaması mümkün mü? Eco, her kültürel fenomenin bir “iletişim unsuru” şeklinde mütalaa edilebileceğini ifade ediyor.
Umberto Eco, Gülün Adı romanıyla, akademyadan olmayanlara Semiyotik mefhumların ezoterik kıvrımlarını çarpıcı bir misalle ortaya koymuş.
Gülün Adı Romanını Kimler Okumalı?
Tembel okuyucuya göre bir kitap değil Gülün Adı: Okuru içine çeken, eğiten, demleyen, hazırlayan, sarsan, lügat (sözlük) karıştırmaya ve araştırmaya mecbur eden bir eser. “Gece uyumadan önce biraz okuyayım” diyenler; rüya yerine şafağın sökmesiyle karşılaşabilirler. Anlamak ve haz almak için, İncil’deki ayetlerden tarîhî hadiselere, Orta Çağ mimarisinden bilim tarihine, nebâtât âleminden, felsefeye, lisan felsefesinden tarihteki şahsiyetlere, feodal düzenden ruhbanlığa, hukuktan mantığa kadar… Pek çok sahayla alakalı bir şeyler biliyor olmanız gerekir. Aksi halde, Gülün Adı isimli sarayın kapısından küfürler yağdırıp dönenler zümresine katılırsınız. En önemlisi, Orta Çağ’a gidebilme ve o dönemde yaşıyormuş gibi düşünebilmeniz icap eder. Semiyotik işaret etme (göndermede bulunarak okuyucunun zihnine davet etme) taktiğiyle kitaptaki karnavala dâvet edilen mefhumlara vâkıf olmayan bir okuyucunun bu kitaptan nasibi sadece esnemek olacaktır.
Umberto Eco’nun Gülün Adı romanında münderiç simge, işaret, metafor, kıssa, mit, efsane, rivayet, hikaye, sembol, kişi, kitap, hadise, inanç, fikir, felsefe ve benzeri göndermede bulunulan mefhumların büyük ekseriyeti şuurlu şekilde yapılmış, bir kısmı ise kriptomneziya şeklinde tezâhür etmiş. Malûmatfuruşluk eden çakma entellerle entelektüel* derinliği olanları ayıran farklardan biri de bu olsa gerektir.
Popüler kültürün “kültürsüz” ikliminde yetişen cılız beyinlerin lafı dolandırmadan “sıkıcı” diye kestirip atacağı kadar derin. Hani, düşündürmeyen, yormayan, akıp giden (“akıcı”), vakti kemirip tüketen kitaplara alışmışların hiç hazetmeyecekleri türden. Son zamanlarda, bilhassa sosyal medyada sesleri çok yükselen, “Bırak şimdi edebiyatı, felsefeyi, tarihi, derinliği; kâtil kim, sen bana onu söyle ayol” diyen cinsler hakkında Umberto Eco’ya kulak verelim:
“Sosyal medya; bir zamanlar meyhanede bir kadeh diktikten sonra kimseye zararı olmayacak şekilde lakırdayan ahmaklar gürühuna, Nobel Ödülü kazanmışçasına konuşma hakkı veriyor. Bu da ahmakların istilasıdır.”
Gülün Adı’nı bir kategoriye koyamadıkları için burun kıvıranlar var. Polisiye arıyorsan, istemediğin kadar var. “Gizem” kelimesi kadar ahenksiz olsun diyorsan, Dan Brown karıştır. Aşk okuyacaksan adresler belli. Tarih, ders kitaplarında dolu…. Gülün Adı’nı eline aldıysan, Umberto Eco dünyasının kanunlarına uyman icap etmez mi? Kitabı okuyanlara sorduğunuzda, “Gotik roman, çok kasvetli” diyenle karşılaşırsanız şaşırmayın.
Kıssadan Hisse
Semiyotik ve lisan felsefesi sahasında ihtisas sahibi olan postmodern bir düşünür olsa da; Gülün Adı her şeyiyle Hristiyanlığı külçe gibi okuyucunun önüne koyuyor. Üniversite yılları boyunca, tanrı inancını kaybedip Katolik Kilisesini terk ettiğini söylemişse de, Kilise onun entelektüel dünyasını hiç bir zaman terk etmemiş.
Tezatlarıyla; abesleriyle; gülünç yönleriyle; hatâ ve sevaplarıyla bir medeniyet arz-ı endâm ediyor Gülün Adı’nda. Manastırın loş ve ürpertici koridorlarında dolaştırılırsınız; güneş doğmadan evvel sabah ayini için uyanan rahiplerin gözlerinden akan uykusuzluğun beyninize döküldüğünü hissedersiniz; kilisenin mezbahasında kesilen domuzlardan yükselen koku burnunuzun direğini sızlatır; rahiplerin koro halinde seslendirdikleri ilâhîler kulağınızda uğuldar, Katolik fraksiyonlar arasındaki entrikalar ve papalığın acımasızlığı içinde gerilirsiniz; (ad-hoc) engizisyon mahkemesince kazığa oturtulup diri diri yakılanların dehşetengiz yüz ifadesi gözlerinizin önünden gitmez.
Umberto Eco, Katolik Hristiyanlığın bazı cihetleriyle alay eder gibi görünse de; ihtişamlı tasvirlerle, okurunu mensup olduğu medeniyetin Hıristiyan mâbedine hayran bıraktırmak ister. Kitapta geçen bolca Latince ifadeler; Katolik okuyucuların, lise döneminde aldıkları mecbûrî Latince derslerinden kalan bilgilerini tazelemelerine yardımcı olur. Kilisenin mimarisini, servetini, kütüphanesini, ilime alâkasını, nizâmını ve cihanşümüllüğünü gözler önüne serer. Nihayetinde Umberto Eco bir Avrupalı mütefekkirdir. Ait olduğu medeniyeti, bütün renk ve motifleriyle katmer katmer üst üste bindirilmiş mefhumlardan bir manastırda tafsilatlı şekilde tersim etmiş Gülün Adı’nda.
Lisanını katleden, tarihine sırtını dönen, kütüphaneleriyle irtibatını koparmış bizler için ibret verici değil mi sizce?
Eli kalem tutanlarımız, ait oldukları medeniyetin hudutlarını, sembollerini, mefhumlarını, simgelerini, kıssalarını, hikayelerini, destanlarını, şehirlerini, dert ve ızdıraplarını bilecekler ki; bizden de Gülün Adı romanından daha iyi eserler çıkabilsin. Kitabın ve yazarın bu itibarla mütalaa edilmesi gerekir. Gâye bu olmalıdır.
Kitabın Kurgusu
Gülün Adı; İncilden yapılan şu iktibasla başlıyor: “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.”
Gülün Adı’nı okurken, Stephen King’den gerilim mi, Agatha Christie’den polisiye mi, Aziz Thomas Aquinas’tan din kitabı mı, Dostoyevski’den psikoloji mi, Shakespeare’den aşk mı okuduğunuzu kestiremeden; bir Orta Çağ uzmanının rehberliğinde ıssız, soğuk ve haşin bir manastırda dolaştığınız hissine kapılırsınız.
Kitaptaki kahramanın tümevarım ve tümdengelim metoduyla eserden müessire ve müessirden esere ulaşmadaki mahareti sebebiyle; Gülün Adı, bazen Sherlock Holmes ve Dr. Watson’un 1300’lü yıllara gönderilmiş versiyonu yorumu almakta. Zaman zaman Gülün Adı’yla mukayese edilen Dan Brown’un Da Vinci Şifresi kitabı, entelektüel derinlik ve edebî sanat olarak Umberto’nun yanına yaklaşmaz. Gülün Adı, bir hikayenin anlatıldığı ırmak değil, bir medeniyetin resmedildiği okyanus. Somon balığı ve yunus balığı; katil balina ve köpek balığı; müren ve balon balığı; dip balığı ve kaya balığı; midye ve istiridye, inci ve mercan… Bu okyanus, türlü renklerin dolaştığı kat kat labirentler barındırıyor kucağında.
Gülün Adı bir (modern) klasik mi? Buna ancak zaman karar verir. İki asır sonra hâlâ okunuyorsa klasik, zamanın kara deliğinde unutulup giderse değil. İleride ne olacağı meçhul, fakat halihazırda kâhir ekseriyetin nazar-ı sitâyişini celbetmiş vaziyette.
İsa aleyhisselamın gülüp gülmediği; Hristiyanlıkta hiç bitmeyen İsa’nın fakirliği tartışmaları (kilisedeki rahipler gibi dünya malı için harîsâne davranıp davranmadığı); Papa otoritesinin mutlaklığı; İncili Papalıktan farklı olarak yorumlayanlara karşı takınılacak tavır; ruhban sınıfında cinsellik; kilise ve para, kilise ve kitap, kilise ve halk, kilise ve siyaset (imparatorluk), kilise ve toprak sahipleri şeklinde uzayıp giden bir liste.
Bilgi; yasak meyveye benzetilmiş. Fakat o yasak meyveye ulaşmak için de bilgiye ihtiyacınız var.
Cemil Meriç’in de dediği gibi; “Hakîkat, bütün tezatlarıyla bir bütündür”: Dünyevî aşkla uhrevî aşkın vicdan ovasında giriştiği çetin harp; hislerin kaynattığı iştiyak ateşiyle saflaşma arzusunun coşturduğu iştiyak ateşi; toyluğun çocuksu masumiyetiyle ihtiyarlığın günahlardan nasır bağlamışlığı; aklın beyin kemiren şüphesiyle cehaletin beyni donduran bağnazlığı; hâlisâne inançla habisâne riyakârlık; Katolik halkaların mistisizmiyle Katolik fırkaların terörizmi; gözü dönmüş devrimcilerle nevri dönmüş tutucular; Tanrının yer yüzündeki iradesini temsil ettiğini iddia eden Papalıkla, insan aklını perçinleyen Aristo felsefesi; şuh gençlikle dingin yaşlılık; ruhsuz sekülerlikle mantıksız dînin beyhûdeliği; manastırda şehvet ve mâbette zinâ…
Semiyotik ustası olunca, içiçe metinler, üstüste metinler, yanyana metinler, kıvrım kıvrım kıvrılan metinler… Metafor, kinaye, hiciv, mecâz-i mürsel, istihza, tasvirler, estetik, diyalektik… Bazen metinler birer işaret, simge. Her işaret, okuyucunun zihnindeki bir başka dünyaya bağlanan halat. Sembol, işaret, simge, mefhum, kıymet, referans ve göndermelerle rengârenk bir cümbüş meydana getirmiş Umberto Eco.
Kitaplar ve Kütüphane
Gülün Adı’ndaki bir karakterin ağzından Eco’ya kulak verelim: “Her kitbın -insanî veya mukaddes- kitapların dışındaki şeylerden bahsettiğini düşünüyordum. Şimdi anladım ki, kitaplar kitaplardan bahsederlermiş: Kendi aralarında muhabbet ediyormuş gibiler. Bu noktadan sonra, kütüphane bana huzursuz edici gelmeye başladı. Asırların mırıldanması, parşömen kağıtlarının muğlak mükâlemesi, bir yaşayan canlı, insan aklının hâkim olamadığı güçler yuvası, zihinler yığınından yayılan sırlar hazinesi, kendilerini üreten ve aktaranların ölümlerinden kaçanlar…”
Kitaplar, aynı hakikatin farklı zaman ve şartlarda tekrar tekrar anlatılmasından ibaret değil midir? Kitap, ulvî sedayı aksettiren dağ, binbir varaklı aynadan yansıyan aynı görüntü.
Kitaplar değil mi bize hiç görmediğimiz ve belki de hiç görmeyeceğimiz kişilerin dertlerini anlatır dururlar? Kaybedilmiş kavgaların, kapanmış defterlerin, ölüp gitmiş kişilerin kederini bize çektiren kitaplar değil mi? Umurlarında olmadığımız kişilerin hezîmet, hüsrân, hasret, aşk ve ızdıraplarını bize yükleyen kitaplar değil de kim? Umberto olsa da sorsam bunları…
Gülün Adı’nı okuyunca, dünyanın, birbiriyle bağlantılı kitaplar ve işaretlerden (simgelerden) müteşekkil olduğunu düşünürsünüz.
Gülün Adı ve İnsan
Üstü örtülüp yok farz edilmeye çalışılan ve beklenmedik zamanda, alışılmadık şekillerde sağdan soldan fışkıran şehvet; yasak tanımayan ve “yaklaşma” denilen herşeye karşı kamçılanan merak ve tecessüs; aynı anda üç kıyafeti bile olup olmadığı tartışılmakta olan bir peygamberin dinini koruduğunu iddia eden kilisenin Kârun hazinesini kıskandıracak şatafatını içine sindiremeyen vicdan; iktidarını sürdürmek adına hiçbir ayak oyunundan geri durmayan ihtiras, açlık ve fakirlikten bedenini satmak zorunda bıraktıracak çaresizlik; oburluğunu, uçkurperestliğini ve dalaletini dindarlık perdesi arkasında saklayan korkaklık ve sinsilik; mantık ve zekâsının parlaklığını ispat etmek adına herkesi şüpheli ve her şeyi delil gören gurur; koruduğunu zannettiği değerler adına zehri iftiharla çiğnemekten geri durmayan inatçılık; günahları affeden, rahipleri hizaya sokan, bucaksız servete hükmeden kibir; ve nihayet ateş, ölüm ve çil yavrusu gibi dağılan fânîlik… Bütün çıplaklığıyla insan!
Umberto Eco ve Mutlak Doğru
Gülün Adı romanının geçtiği ve Avrupa’nın bölük bölük inanç gruplarına dilimlendiği dönemde, düşünen kişinin ait olduğu algı dünyasından bağımsız bir bilgi yoktu. Bugün var mı? Bugünkü fark insanların grup grup değil, daha çok fert fert veya minik minik grupçuklara bölünmüş olması.
Mutlak doğru nedir? Aynı kitabı okuyan, çocukluğundan itibaren aynı kiliseye muntazaman giden, aynı papazı dinleyen ve tamamı otuz üç yaşında yüz kişilik bir Katolik grubunu alıp yüz ayrı odaya yerleştirin. “Alın size sonsuz miktarda kağıt, hiç tükenmeyecek kalem ve istediğiniz kadar süre. Yaratıcı hakkında bildiğiniz ne varsa yazın” deyin. Emin olun bu yüz kişiden ikisinin yazdıkları bile birebir aynı olmayacaktır. Yaratıcının kudreti de buradan gelmiyor mu? Bu misal Gülün Adı romanında yok. Fakat, kitapta işaret edilen “her insanın algı ve idrak seviyesine göre farklı hakikatler olduğunu” isabetli şekilde vuzuha kavuşturmuyor mu? Kendi etrafımıza bakalım: Annemizin bildikleriyle bizim bildiklerimiz yüzde yüz aynı mı mesela? Tasavvuf yolculuğunda ilerleyen sâlikler; seyr ü sülûk merhalelerinde şaşılacak bilgiler, duyulmamış marifetlerle şereflenmiyorlar mu? Her sâlik, istidadına göre, çeşitli marifete kavuşmuyor mu?
Hristiyan iklimde yetişen Umberto Eco’nun “Gül”ü heybesinde farklı mânâlar taşıyor elbette. Mutlak hakikati bulduğunu iddia edenler, mutlak hakikate ulaşmaya çalışanlar, mutlak hakikati temsil ettiğini zannedenler ve mutlak hakikati koruyup gizlemeye çalıştığını vehmeden nâkıs insanların hikayesini naklediyor. Hakikate uçmaya çalışanlar, hakikati cebretmeye çalışanlar, hakikati umursamayanlar, hakikate sadık olduğu intibaı uyandırıp riyakârlık yapanlar… Hakîkate karşı takındıkları tavra göre insan portreleri.
Gülün Adı romanından; “Tek bir mutlak doğru olmayabilir” düşüncesine ilâve olarak; “Mutlak hakikat bir olsa da, ona giden yollar farklı olabilir” iması da var. Bir postmodernist olarak Umberto Eco; meselelerin ucunu açık bırakıp kararı okuyucunun vermesini düşünmüş. Hâkezâ romanın zeylinde, “Yazmayı bitirince, yazar ölmelidir. Metne giden yolu tıkamamalıdır” diyen yazarımız; romanı yorum üretme makinesine benzetmiş.
Maddi, manevi ve ruhânî sahalarda; tek bir mutlak hakikat aramak tehlikeli olabilir. Mutlak hakikati elinde bulundurduğunu düşünenler; katılaşır (giriftleşir, donakalır, ilerlemez, gelişmez, değişmez) acımasızlaşır, totaliterleşerek bu hakikatin dışındaki her kıpırdanmaya hunharca ve gaddarca bastırma temâyülüne kapılabilirler. Hayatta mutlak doğru aramanın abesliği fikri; varlık ve hayatı İncilin katı çerçevesinde telakkî eden ve hakikatin güneş gibi meydanda olduğunu savunan Katoliklikle taban tabana zıttır. Mutlak hakikat meselesini kaşımakla, Hıristiyanlık tarihi boyunca kiliseyle akıl ve kiliseyle kilise arasındaki vuruşmanın Avrupa tarihine vurduğu damgayı teşhir etmek istemiş Umberto Eco.
Fikirler ve Ürpertiler
Müslüman bilginlerin Hristiyan medeniyetine olan katkılarını da “hakkı teslim” denilebilecek şekilde zikretmiş romanda. Bu minval üzere, Orta Çağın hadd-i zâtında bütünüyle hurâfe ve cehaletin hükümferma olduğu bir karanlık dönem olmadığını, Hristiyan dünya karanlıklar içinde gark olmuş vaziyette olsa da, dünyada zulmetle nurun yan yana aktığı hissettirilmiş. Batılı veya Hıristiyan olmayan; Doğulu kültür ve medeniyetlere “kâfir” denilerek ön yargıyla yaklaşan Kilise çevreleri tenkit edilmiş. Mayasında alaycılık ve şüphe barındıran Postmodernizmin temsilcilerinden olan Umberto Eco; Gülün Adı’nda ön yargıları aşındırıp mutlaklara şüphe serptiği için, derinlemesine nihilist yakıştırmasına muhatap olmakta.
Bazı mefhumların Gülün Adı’nda kendine has mânâları var. Sual: Üst üste yığılan sualler, cevaplanmamış sualler veya cevabı sualinde saklı meseleler. Labirent: Metin labirenti, kütüphane labirenti, tarih labirenti, psikoloji labirenti, inanç labirenti ve labirent labirenti. Gül: Dikenli vücudu, kanlı kıyafeti, perde perde sînesinde sakladığı bir sır: boşluk! Boşluk mu, tohum mu? Günah: En hâlis kişiler için bile pusuda bekler. Şehvet olur, kibir olur, hırs olur, riyâ olur ve sabırla izler avını. Din: Günahkârlıkla ifsat olan kişiler; dini gizlenecek örtü olarak kullanıyor olmasınlar, zinhar dikkat! Hudut: Rüyalar, hayaletler, halisünasyonlar ve yalanlar. Sır: Sırra dışarıdan bakan; sırrın bütününü, sırrın içindekinden daha iyi görür. Meslek: Aşçı, kimyacı, büyücü, simyacı, demirci, kütüphâneci ve dinci. Dilber: Baştan çıkaran her zaman insan teni değildir: şöhret, iktidar ve gurur unutulmasın. Ve Nihayet: Her şey sonludur: bilgi, insan, şatafat, kağıt ve mâbet!
Umberto Eco, en çok James Joyce ve okumaktan gözleri kör olan Jorge Luis Borges’un tesirinde kaldığını ifade eder. Gülün Adı’nda yer alan ve gözleri görmeyen Jorge De Burgos isimli rahibin, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’e bir işaret olduğu söylenir.
Adı Neden Gül Oldu?
Semiyotik ilminde, gören, gösteren ve gösterilen (signifier and signified) vardır. Gören zihin, gösteren sembol, gösterilen ise o sembolün işaret ettiği mânâ manzûmesi. Gül de bir sembol. Yaşadığı devre göre ve kucağında yetiştiği topluma göre farklı adlar almış şöhretli dilber. Cismen renk renk güller olduğu gibi, manen de renk renk güller bulunmuş: Bazen mukaddes, kimi zaman edepli, yerine göre şûh, gâh gâh âlüfte ve yer yer kederli.
Antik Mısır kültüründe, gülün Tanrı Horus’u sembolize ettiği rivayet olunur. Çıplak bir oğlan çocuğu, işaret parmağını “Sessiz” dercesine dudakları üstüne koymuş. Bir şey “sessizlik ve gizlilik” içinde yapılacaksa, Horus’a işaretle, Sub Rosa denilir. Latincede “Gül Altında” demektir. Antik Yunan mitolojisinde, aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit, Şehvet Tanrısı oğlu Eros’a bir gül verir, Eros da o gülü Sessizlik Tanrısı Harpocrates’e verir. Eros’un Harpocrates’e verdiği bu gül, aslında annesi ve diğer tanrıların ahlaksızlıklarının örtülmesi için verilmiş bir rüşvettir. Roma’da ise, ziyafet odalarının tavanında gül resmi çizilirmiş, şarabın tesiri altında (Sub Vino) söylenenler gül altında sır kalsın (Sub Rosa) manasında. Benzer şekilde, Katoliklerin günah çıkarma odalarında, itirafların sır kalacağına (Sub Rosa) işaretle beş yapraklı gül resmi çizilir.
İslam medeniyetinde utanacak, örtecek, saklayacak ayıplar olmadığı için, güle aşk, muhabbet ve zerâfet atfedilmiş. Farsça, Arapça, Hintçe (Urduca), Türkçe’nin bütün lehçeleri ve İslam âleminde konuşulan diğer bütün dillerde, gül ile bülbül; dünyevîden ilâhîye giden aşkı terennüm edegelmişlerdir. Bin dört yüz yıllık edebiyatımızda, gül ve arkadaşları; nice mânâ okyanuslarına işaret ederler. Umberto bizim medeniyeti araştırsaydı, okuyucuları küflü manastır yerine, Süleymaniye Kütüphânesine dâvet etmez miydi?
Umberto Eco, Gülün Adı romanına neden “gülün adı” ismini verdiğini anlatırken, elbette ki bu girizgâhta ifade edilenleri anlatmıyor. Sadece Meksikalı şair Sor Juana Inés de la Cruz’un şu şiirinin kendisine ilham kaynağı olduğunu söylüyor.
İspanyolca Orijinal
“Rosa que al prado, encarnada,
te ostentas presuntuosa
de grana y carmín bañada:
campa lozana y gustosa;
pero no, que siendo hermosa
tambien serás desdichada.”
İngilizcesi
“Red rose growing in the meadow,
you vaunt yourself bravely,
bathed in crimson and carmine:
a rich and fragrant show.
But no: Being fair,
you will be unhappy soon.”
Türkçesi (İngilizce’den Tercüme)
Ey çayırlarda yeşeren gül,
ne cesûrâne kendini översin,
kırmızı ve kızılda yüzersin
dolgun ve mis kokulu bir nümâyiş.
Heyhat: hakikat şu ki,
yakında üzüleceksin.
Semiyotik ustası Umberto Eco’nun romanı için isim seçerken; bütün kültürlerin kesişme noktası olabilecek, kokusunda herkesin kendinden bir parça bulabileceği bir sembol olan “gül” sembolünü seçmesinin sebebi değil, sadece ilham kaynağı bir şiir olabilir.
Şahsi kütüphânesinde elli bin cilt kitabı olan, tarih mutahassısı, Esperanto lisanına alaka duymuş, dünya kültürleriyle irtibatlı ve üstelik ömrünü simgelere adamış bir entelektüelin, “gül” sembolünün her kültür için hususî bir mânâ taşıdığından habersiz olması beklenemez. Gül ile alakalı hikayelerin bir kısmını detaylarıyla bildiği, bir kısmının ise Kriptomneziya olarak zihninde bir yerlerde saklı olduğu beklenir. Neticede, dünyadaki bütün lisanlar, kültürler, şiirler, kitaplar ve sanat eserlerinde şu ya da bu şekilde gül sembolüne rastlamak mümkün.
Köhne Mısır, kadim Yunan, yıkık Roma ve yaşlı Katolik dünyasında “gül”, sırrı temsil ediyor. Etiyle kemiğiyle Romalı, Katolik ve kökenlerinde antik dünyadan gelen damarlar bulunan bir medeniyetin mensubu olarak; dünyaya bir sır armağan ettiğine inanan Umberto Eco’nun “Gül”ü bir sembol olarak kullanmaması ayıp olurdu.
Gülün Adı Kitabının Türkçe Tercümesi
Umberto Eco, romandaki ana kahramanın ağzından; “Gerçek ilim sahipleri, evvela lisanlar hususunda ustalaşmalılar” diye sesleniyor.
Bu roman, “Türkçe” isimli yaramıza kezzap döktü, dökmelidir. İngilizce tercümesiyle Türkçe tercümesini mukayese edince, zihnen yere yığılırsınız. Türkçe, ama hangi Türkçe? Dilde sadeleşme ve uydurukça hamlesiyle; Türkçe, dünya dilleri karşısında zavallı bir hâle düşürülmüş vaziyette. İyi niyetli mütercim ne yapsın; olması gerektiği gibi tercüme ederse, ekseriyet anlamayacak. Anlayan bulunursa, neşredecek yayınevi var mı?
Uydurukça hareketindeki hamâkati idrak etmek için sadece Umberto Eco’nun Gülün Adı romanını okumak kâfidir. Türkler için Osmanlı neyse, İtalyanlar için Roma İmparatorluğu odur. Umberto Eco ecdadının,Vatikan’ın ve İncilin lisanı olan Latinceyi kullandı diye gerici mi oldu!
Türkçe’nin hazin hâli nokta-yı nazarından bakılınca, çukurdan beter üniversitelerimizin uydurukçasından ötesini göremeyen mütercimler, lisanımıza karşı cürüm işlemiş olurlar. Mütercim, kale muhafızıdır. Medeniyetin estetiği mütercimlere emanettir. Muhafızlar düşerse, kalenin içi lağımla, irinle, mikropla dolar.
Yabancı kaynakların uydurukça tercümesi; kupkuru, köksüz, estetiksiz, sığ ve güdük. Yirmi birinci asır, kelimelerin mücadele asrıdır. Kelimelerine sahip çıkamayan dâvâyı kaybedecektir. Türkçe bir kabile lisanı değildir. Okyanusu kavanoza sığdıramazsınız. Yedi düvelde at koşturan, yedi iklime adaletle hükümferma olan bir medeniyetin lisanı, gittiği her bahçeden çiçekler derlemiş. Farsça ve Arapça gibi köklü lisanlardan aldığımız kelimeler Türkçenin içinde öylesine erimiş ve öylesine mezcedilmiş ki; geldikleri yerde taşıdıkları mânâları tamamıyla kaybetmişler. Türkçe, bu kelimelere apayrı bir kimlik bahşetmiş. Saflaştırma, “öz” Türkçeleştirme bahanesiyle, Türkçenin içi pisliklerle doldurulmuştur.
Siz “Öz İtalyanca” duydunuz mu? Osmanlıca diye ayrı bir lisan yoktur. Özbeöz Türkçedir. Hakiki Türkçedir. İtalyanlar, bugünkü lisanlarına İtalyanca, yüz yıl öncekine Romaca diyorlar mı? Sonradan uydurulan ve Türkçeyle hiçbir alakası olmayan kelimelere “Öz Türkçe” denilmesi gülünçtür. Kandırmacadır. Öz dediğiniz, işin özünde, kökünde, mayasında, dibinde ve benliğinde var olmalıdır. Sonradan izafe edilen bir şeye öz demek, en hafif tabirle maskaralıktır, ahmaklıktır.
Umberto Eco; ecdadının konuştuğu kelimelerle yazıyor ve içini Latince ifadelerle dolduruyorsa, biz neden ecdadımızın kelimeleriyle tercüme edemeyelim. Lisan; siyaset ve ideolojilerin üstündedir. Modernleşme lisanı bozmakla olmaz. Lisanı aslından uzaklaştırmak olsa olsa art niyettir.
Umberto Eco’nun kullandığı İtalyanca, öz, saf, ârî ve diğer bütün dillerden arındırılmış bir lisan mıdır? Başka lisanlardan iktibas edilen kelimeleri lisanlarından söküp atan bir devlet biliyor musunuz? Biz lisan meselesinde; ırkçı, faşist, kafatasçı mıyız? Kökeni başka lisanlara dayanan kelimeleri Türkçeden silip; yerine soysuz, köksüz ve piç kelimeler yerleştirmenin hiçbir tarihi ve/veya bilimsel temeli yoktur. Hiçbir millet böylesine gaddarca, sinsice ve zalimce soysuzluğa maruz bırakılmamıştır.
Türkçe’mizin; içi mikrop dolu, ufku dar, her şeyi “ulusal” cılızlığına indirgemeye çalışan zihniyetin tasallutundan kurtarılmasında, mütercimlerimizin büyük mesüliyeti vardır. Nâmuslu olma iddiasındaki her mütercim, uydurukçayla mücadele etmek mecburiyetindedir. Türkçe şah damarımızdır!
—————–
* Umberto Eco için şuurlu olarak “münevver” yerine “entellektüel” sıfatı kullanıldı. Zira münevver kelimesi “nur” kökünden gelmekte ve (gayr-i müslimlere nasip olmayan) iman nuruna işaret bulunmaktadır.