Hani Fatih’i çok severiz de, Fatih’e Bizans’ı aldıran gücün, Bizans’ı İstanbul’a galebe çaldıran güçten farklı olduğunu sanırız. Aynısıdır.
Medeniyetlerin bir kısmı akla, bir kısmı kalbe dayanır, onu esas alır.
Kayıp medeniyetimizde kalple düşünür, akıl ile hareket ederdik…
Allah’ın işini, kendi yaparak yargılamak cüreti, Kulun yapması gereken işi de Allah’a havale etmekten ibaret hayatlardan çıkan rabıta değil.
“Rabıta” olmadan, “mertebe” beklemek; ekmeden, biçmek demektir.
Rabıtanın farklı yollarından ilerler medeniyetler.
Kimisi de rabıta kaybeder.
Evreni Allah yarattı, Medeniyeti insan oluşturur.
Zamanı Allah yarattı, Tarihi insan meydana getirir.
Eğer, Bugün, Türk-İslam coğrafyasında zulümler bitmiyorsa, hala topluca sürünmeyi bile erdem olarak görüyorsak, biraz da “ben neredeyim?” demek.
Ne din bizi mutlaka “terakki” ettirmek için var.
Ne de Allah, bireysel hesaplarda teraziyi lehimize çevirmek için bir güçtür.
Yeni gelişen dindarlık algılarında, İnsanı dışlayan ama nasılsa Allah’la rabıtayı devam ettirme çabasında olan bir anlayış da var.
Allah’ı her yerde görmekle, Allah’ın kullarını onun bir varlık nişanesi olarak görmek birbirini tamamlayan bir anlayış.
Zelzeleyi, ruhunda yaşar da insan, hâlâ yerin sarsılması sanır onu da.
Zelzele sahi nedir?
Hz. Ayşe ile Ali arasındaki, Osman ile Ali arasındaki sıkıntılar da öyleydi.
Ebu Zer’i çöle daldıran da aslında fitne korkusuydu.
Muhteşem Endülüs Medeniyetini bitiren, dışarıdan da çok içeride “Allah bizimledir” diye inanarak birbirini kıran Müslümanlarla oldu.
Eski Yahudilikte, “Tanrı hep Yahudilerin yanında” idi.
Haçlı seferlerinde de Haçlılar da Müslümanlar da öyle inanıyordu.
Bir diğer konu da, yapılan şeylerde, “Allah’ın bizimle” olduğu algısıdır.
Allah, dinine bakmadan, doğru olanın yanında değil mi?
Allah’ı dünyada göremeyenlerin, ahirette aramalarına gerek yoktur aslında.
Dünya gözü, öylesine bir algıdır. Dünyalının gözüyle fark etmek.
Demek ki, İyi yönetim varsa, bizlerin iyiliğinin aynası, kötüleri varsa bizim kötülüğümüzden algısı, suistimale açıktır.
Dahası, Hastalıkların, afetlerin ceza oluşuna dair algılama yönetimlerle de ilgilidir.
“Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz!” yoruma açıktır.
Gayb, dediğimiz, temelde bir şeyin bilinebilirliğinden öte, onun ne amaca binaen olduğuyla ilgilidir.
Ödül mü ceza mı, bilemeyiz yani!
Allah’ın tarih içinde doğrudan “etkin” unsur olması, her kültür de aynı değildir.
Dahası, Allah aynı şeyi, hem artı hem eksi olarak kılabilir.
Hastalıkların da, “Allah’ın bir cezası, ya da kefaret olduğu” da ayrı bir konudur.
Bırakalım, hastalıklar, ruh hastalığımız olmasın.
Tefsir ile tevil arasındaki fark da zaten budur.
Tefsirde “metnin kendi” esastır.
Tevilde ise, “metnin yorumcusunun niyeti”.
Hani bazı tefsirimsi yazılar, sözler var ki, sanırsınız insanlar, “aslında Allah burada şunu demek istedi, ama tam öyle olmadı.” tarzında.
Deprem ve Tufan’daki illiyetin her tufan ve depremde olmadığı açıktır.
Ayrıca bu konularda, afet mağduru olmayanların daha iyi olması muhal.
Zilzâl Süresinin muhataplarının neden depremle cezalandırıldığı, Nuh Tufanının neden ortaya çıktığı Kur’an da açıkça belli edilmiştir.
TR’de depremler olduğunda, bir kesim insan, depremzedelere günahkârlık atfedip, adeta geri kalanlara masumiyet, masuniyet izafe etmesi yanlıştır.
Zelzele konusu kadar, tufan ve sel ve benzeri afetler de doğrudan aynı kategoride algılanır.
Aslında hastalık ve belalara maruz kalmak da.
Eski müfessirler, Tevil değil tefsir yaparlardı.
Ve fakat mutlaka, en doğrusunu “Allah bilir” diye de eklerlerdi.
Sonrakiler öyle değil.
Zilzâl Suresi, bilen bilmeyen tarafından meşrebine, niyetine, kime vurmak istediğine binaen kullanılan surelerden oldu.
Hayırlı geceler, dostlar! Zelzelesiz geceler ve gündüzler dilerim.
Yalan dünyada, Gerçek insan ve değerler aramak sevdasıdır olan.
Beyhude olan da yalanla gerçeğin nöbetleşe karşımızda aynı şekilde durması.
Eski Türkiye, Yeni Türkiye derken, Eski Türklerle, Yeni Türkleri de bir konuşmak lazım.
Mekân ve milletten anlamlı olan hangisi?
Yokluğun varlığı olmadığı için, Varlığın eksikliğinden bahsetmek gerek.
Çokluk da bir başka yokluk ifadesi.
Kendi kaybeden birlik.
Dünya ile ahiret arasında bir benzerlik: İkisinde de demokrasi yoktur.
Birinde liyakat esas alınır.
Diğerinde genelde hamakat ağır basar.
Miraç perdelerin aralanması ile Kalpte birikenlerin arınması vesilesi.
Biriken ne derseniz, “Hüzün”dü, Hz. Peygamberin hissettiği. Yüktü.
“Bağış” kelimesi de çok ilginç kelimelerden.
Cehenneme koşar gibi gider insan, ama cennete talip olur.
Bağ ve bağış ilişkisi de orada çıkar.
Cennet cehennem ötesi bakış ahirete kâmil yaklaşımı ifade eder.
Aynı gerçeğin farklı tezahürleridir gözlediklerimiz. Öyle de hoş, böyle de.
Süleyman Çelebi Mevlidin bir bahrinde, “Bir avuç toprağa minnet m’eyledin?” der.
Çok tatlı bir anlatımla.
Ve nasıl insan, içindeki melek ve şeytanı barındırır ve ikisi ötesinde olursa insan olur.
Cennet cehennem ötesi bakışta ahireti ifade eder.
Cennet sevdalarında da aynı şey var.
Kaybın getirdiği, yeniden kazanma yükü ve meşakkati.
Cehennem olmasa cennet olmazdı yani. Anlam öyle.
Gaipten gelen ses, Farkında olmadığımız ses olduğu için, anlamadığımız için gaipten. Ama içimizde olan, içselleştirdiğimiz ses.
Ve gayba inanmak, Kaybımıza inanmak gibi de.
Neyi kaybettik, neyi ararız da aynı soru da gizli.
Gayb ile Kayıp arasında kök olarak fark yoktur.
Belki de Var’dan başka var olan olmadığı için, değer de aslında varlıkla değil yoklukla ortaya çıkar.
Anlam kazanır.