Toplumların hayatlarında kimi meşakkat zamanları vardır ki insanların kültürünü, inancını ve hatta bizzat insanlığının özünü sınar. Her türlü değer metalaşır, iffet iprer, fikir namusu pelteleşir, ümitler tükenir, beklentiler karşılında inancın izzeti paspas olur ayaklar altında. Liyakat, adalet ve hakikati esas almayan toplumlarda önce tuluatla başlayan süreç zamanla maskeli baloya sonra trajediye dönüşür. Gaflet evhama dönüşür, emniyet şüpheye, sadaret ayağa düşer.
Kralların çıplaklığını bazen kendine bazen topluma rağmen ve kral olmak için kralcılık oynayanlara rağmen ancak bir çocuğun haykırdığı, Sokrat’ın baldıran zehiri içtiği, Hallaç’ın derisinin yüzüldüğü, İsa’nın bilmem kaçıncı kez çarmıhta inlediği anlar. İnsan değerinin ancak cüzdanıyla başat gittiği, insanın tüketebildiği kadar insan olduğu, tüketebilme kudretinin her değerin üstüne tünediği, daha fazla tüketebilenlere fırlatılan kaçamak ve fettan bakışların yüreklere çöreklendiği, özdeki toprağın çimentolaştığı ve toplumun kendisinden başka her topluma özendiği, aşağılık kompleksleriyle yüreklerin ihtilaca kapılıp, kapı kullarının, yanaşmaların revaçta olup aşağılıklarını tepedenliğe dönüştürerek birbirlerine göz kıptığı anlar.
Her türlü değerin tüketime dikilen gözlere kamuflaj edilip hırsların potansiyel ve kapasitelerle eş değer olmadığı zamanlarda yaşanan değerler değil, dayatılan değerlerin tazyikini insanlar farklı şekillerde yansıtırlar. Haldeki çıkmazlar, eziklik ve burukluk maziyi çarmıha germek ve akan kanlarıyla kendi yaralarına merhem etmek ister. Kültürün hatta inancın kendisi olur hedef kimi zaman tenkit kimi zaman tel’in kimi zaman da intikam adına. Dün iyi olanlar bugün kötü görünür. Aslında değişen bir şey yoktur. Çünkü karanlık gibi görünen yerler her zaman vardır ve güneş her zaman bir yerleri aydınlatır. Gün aynı gündür oysa güneş de.
Zor zaman insanı ve lideri her zaman ve mevsimin insanı ve liderlerinin belirginleştiği zamanlardır bunlar.
Devlet Bey’i, kazanan olmak yerine, Devlet ve milletin kazanmasını esas alan bakışını anlamak için Anadolu’yu Türklere vatan kılan Sultan Alparslan ve Ersagun Bey hikâyesini burada hatırlamakta yarar vardır. Kimi değerlerin meta, mülke ve prestije dönüşemediği bu durumlarda, vaktiyle onların en ateşli savunucusu gibi görünenler eskiden savundukları şiddettenbir şey kaybetmeden aynı orandaaynı o değerlerin düşmanı olurlar. Onların Devlet Bey’i anlamaları da aynı derecede imkânsız olacaktır.
Benim nazarımda Devlet Bey, şahsi siyasi, ekonomik ikbalini hiçe sayabilen, o anlamda bir beklentisi olmayan, hatta MHP’nin de ikbalini Devletin ve milletin selamet ve bekası söz konusu olduğunda, bizzat kendi ifadesiyle “Devletim”in yanında olduğunun gösterebilme meziyetine sahip bir liderdir. Devlet bilinci, siyasi ikbalin ötesinde yer alır. Bazıları onun bu beklentisiz davranışını da yanlış yorumlamakta, onun hayırsızlığına yormaktadır. Aslında olan ise, Devlet Bey’in partinin içerden harekete geçen tokmaklarla, ülkenin dışından atılan mancınıklar arasında bile kendi ikbalini düşünmeden pozisyon almasıdır. Hainle kahraman arasındaki temel fark görmek istediğimiz ve aşkla körelen ya da hırsın körelttiği bakıştır. Düşmana doğrultulan silahı, düşmana silahını teslim etmek tarzında algılamak böyle bir şeydir.
Devlet Bey’in meziyeti, Devlet Bey’in partisinin aldığı oyla ölçülemez. Kastımız kusursuzluk iddiası değildir, o maksadını aşan bir ifade olur. Devlet Bey tam tersine, kusurlarını nazara vererek devlet adamlığını öne çıkardı. MHP’nin barajı aşamadığı günlerde de Devlet Bey’in durduğu yer aynıydı, bugün de. Ve Devlet Bey istese, aslında durum öyle olmazdı. MHP’nin yüzde 20 ve fazla oy alması işten değildi. Ama acaba parti için iyi olan, belki çok da özlenen, ülke için, devlet için iyi olacak mıydı? Asıl mesele budur. Bu durum 1 Kasım seçimlerinde de aynı olmuştur. Muhayyel bir tek başına MHP iktidarı bekleyenler, bu nedenle MHP’nin özündeki misyonu anlamakta sıkıntıları olanlardır. Devlet Bey liderliğindeki MHP’nin, DSP ile koalisyonu dâhil olmak üzere, iktidar olmak gibi bir kaygısı olmamıştır. Hatta bir adım ötede, iktidarı elinin tersiyle ittiği de vakidir. MHP’nin tek başına iktidar olmayacağını, olamayacağını, aslında böyle bir amacının olmadığını, hatta bu mümkün olsa bile MHP’nin bundan kaçınacağını anlamak, MHP’nin dayandığı ülkücülük temelidir. Bu temel de Devlet fikriyle şekillenir, partinin varlığı araçsaldır. Siyaset ergenleri ile devletçi kemal arasında fark burada yatmaktadır.
Doğru, 1 Kasımdaki seçim sonuçları MHP de, 7 Haziran seçimlerinin AKP’ye yaptığı etkiyi yaptı. AKP’nin yüzde 41 oyda kalması neticesinde, Arınç, Gül ve adını ortaya sürmeyen kimilerinin nasıl hesaplara girdiği açıktır. MHP’de de durum bir anlamda böyle olmuştur. Seçim öncesine kadar Devlet Bey’e toz kondurmayanlar, seçim sonrasındaki oy kayıpları nedeniyle, onu beceriksizlikle, vagonlukla, koltuk değneği olmakla hatta daha nahoş ifadelerle beraber andılar. Hatta “hayırda hayır vardır!” ifadesinden, Karamürsel esintili kasketli, tespihli fotoğrafına kadar tesadüfi değil, çok ince siyasi mühendislik sonucu Devletin selametini esas almak sonucu olmuştur. MHP üzerindenşahsi ikbal güden mantık bu durumu takdir edemez. O siyaseti, kişiler ve partiler arası bir güç savaşı olarak görür; Devlet Bey ise, devletlerarası siyasette nerede konumlanması gerektiği üzerinde durur.
Seçim sonuçları, MHP’nin temel doktrinleri için hezimet değildir. MHP aslında ülkücülerin asıl amacına yönelik olarak kendince fedakârlık yapmıştır. Devlet Bey’in, onca eleştiriye rağmen yerine getirdiği misyonu her türlü takdir üzerindedir. İktidar olmadan devlet adamı olduğunu göstermiştir.
Panik havasına kapılmanın anlamı yoktur. Aslında ülkücü camia, esen rüzgâr önüne kendi tohumlarını serpmiştir. Ancak daha önceki iki ihmalin bu dönemde yapılmaması lazımdır. Bunlardan biri, ülkücü kadrolara her yerde sahip çıkmak, illa iktidarda olmak demek değildir. Asıl iktidar onların ve inandıklarının davasıdır. Yıllarca paralel yapının sistemden ayıkladığı, Ergenekon vs. operasyonlarıyla yok etmek istediği camianın anlamını bugün iktidarda olanlar da anlamıştır, anlayacaktır. Mesele partiler arası değil, devletlerarası bir mücadelenin varlığını görmektir. Diğeri de, ilerde sistem değişikliği olacağı zaman, aslında en büyük entelektüel kitleye sahip olan ülkücü camianın söyleyecek sözlerinin olması lazımdır. Bazı yayınların İngilizceye aktarılması da buna katkıda bulunacaktır. Ocakların, dil, felsefe, sinema okuma yerlerine dönüşmesi, Milli olanın aktarımında büyük katkı olacaktır.
Muhalefetin CHP tarzında olmaması, doğruların yanında olmaklığı ifade etmemiz, AKP ve kitlesini dönüştürmek açısından gereklidir. Bu dönüşüm oy olarak AKP lehine, ama siyaseten ülkücü camia lehine olacaktır.
Sloganların ötesinde, çevrim içi gerçeklerin değil, başka partilere değil, aynı zamanda başka ülkelere anlatırcasına düşüncelerimiz anlatmamız gerekir. Yani yeni bir dili kurgulayarak, entelektüel boyutlarıyla dava dediğimiz unsurlara yaklaşım ve AKP dâhil her partiye bu yaklaşımları aktarmamız gerekli. Zaten birimiz söyleyince, diğerimiz onaylayacak ise, dışarı aktarım olmazsa, içimizdeki mutluluk sadece öylece kalır.
Devlet Bey’in şuurlu tercihlerinde başardığı asıl konu, Devletin güçlenmesi ve ihanet odaklarıyla mücadele ve tasfiye gücünü arttırmak olmuştur. Artık, tamamen demini almasa da Kızıl Elmasını anlamaya başlamış bir Devlet vardır. Ve o Devlet, inşallah, Balkanlarda da, Orta Doğu’da da, Orta Asya’da da gözü, kulağı ve eli olan bir Devlettir. Ve O Devlet, Selçuklu-Osmanlı-TC “aynı Devletin devamıdır” diyen, Osmanlı ve TC arasındaki fay hatlarını kapatmaya çalışan ve bunu da bizzat Devletin başındaki halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı ile yapmaktadır. Hatalar mı? Çok. Taşlamak için masum olanı aramakta yarar var. Müstakil bir Devletimiz olduğu zamanı geri kalan konuları müzakere etmek lazımdır. Çanakkale’nin geçilmezliğini konuştuğumuz kadar, Çanakkale’nin İstanbul’un ele geçmemesi için geçilmemesi gerektiğini hatırlamakta yarar var. Çanakkale geçilmedi, ama İstanbul beş sene işgal altında kalmıştı.
Vesselam ve muhabbetle.