Bir rüya gördüm. Rüyamda, güya rahmetli Turgul Özal’mışım.
Rüya işte; ben kim Özal kim! Ama rüya bu; gördünüz mü görüyorsunuz. Kendinizi havada uçarken görebilirsiniz. Hatta kral da olabilirsiniz. Neden gördüm diyemiyor insan. Ne kural tanıyor, ne hududu var. Kuşları konuşur, insanları balık olur… Bazen karabasan olup ecel teri döktürür: Uyanınca, “Çok şükür rüyaymış” dersiniz. Bazen de “Ah uyanmayaydım da, biraz daha göreydim” dedirtir.
Rüyanın kaideleri hakiki dünyanın kaidelerine pek uymaz. Onun için, bazı kısımları tuhafınıza gidebilir. Ne yapalım, rüya işte; idare edin artık.
Ne yalan söyleyeyim; rüyada da olsa, Cumhurbaşkanı olduğum için hafiften havaya girer gibi oldum. Şöyle üçgen vücutlu sporcular gibi, göğüs hafiften kabarık; karşıdan görülmese de, kollar kartal kanadı gibi sadece kendim hissedeceğim kadar bir milim yanlara doğru genişlemiş vaziyette bir bahçede ilerliyorum. Koca Türkiye Cumhuriyetinde cumhurun başı olmayı başarmışım. Kariyerin zirvesi. Demokraside model ülke, NATO’ya üye olabilmiş tek Müslüman devlet, Türk-İslam devletlerinin umudu üstelik. O kadar da olsun canım. Hani anlayacağınız, “Ben geldim” edasıyla yürüyorum yani.
Ömrümde hayatımda görmediğim ağaçlar, çiçekler, böcekler ve kuşlar var bahçede. Bu dünyada gördüğümüz ve bildiğimiz türden değil hiç biri. Bazı ağaçlar hiç yere kök salmamışlar ve sağa sola hareket edebiliyorlardı. Kelebekler, böcekler, arılar ve isminin ne olduğunu bile bilmediğim küçücük varlıklar: Yemek toplamak veya avlanmak için değil; gezintiye çıkmış gibi uçuyorlardı. Kuşlar, bir birleriyle konuşuyorlardı. Benim kulağımın duyamayacağı bir sesle. Duyamıyordum ama, rüyanın içine girer girmez, o dünyada cari olan tabiat kanunları bir anda sanki ben de oradan biriymişim gibi beynimin içinde kendiliğinden peydahlanıvermişti.
Park mıydı, bahçe miydi, gülistan mıydı, orman mıydı, bilmiyorum. Güneş yoktu. Havanın bulutlu oluşundan değil, rüyadaki dünyanın hiç güneşe ihtiyacı yoktu. Göz ucuyla yukarıya baktım, çok ilerisini göremedim, sisli hava gibiydi. Fakat bahçenin içinde “en ideal” diyebileceğim şekilde aydınlık vardı. Bazı çiçekler, bazı böcekler, bazı ağaçların yaprakları ışık saçıyordu. Hatta bazı kuşların bile tüyleri fosforlu gibiydi.
Gâyet rahat ve kendinden emin şekilde ilerliyordum. Arkamdan iki kişi daha geliyordu. Onlar da benim gibi abdestli ve cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerdi. Rüya boyunca hep arkamda olduklarını hissettim, ancak kimler olduklarını hiç anlamadım. Daha evvel buraları biliyormuş gibi bir ruh haline sahiptim.
Yavaş yavaş, yol üstünde ve yeşilliklerin arasında insanlar görünmeye başladı. Kimsenin kıyafeti, bir diğerine benzemiyordu. Herkes tek kelimeyle “muhteşem” denilebilecek şekilde kıyafetler giymişti. Kıyafetlerin aslında kişilerin karakterini ortaya koyduğunu sonradan anlayacaktım. Hani, “yüz ifadesi” vardır ya, bunu da bir nevi “kıyafet ifadesi” anlayın. Nur yüzlü, itimat telkin eden, öz güveni yerinde… gibi sıfatlar kullanırız ya. Onun gibi.
Kimsenin acelesi yoktu. Bin yıldır oradaymış ve bir kaç bin yıl daha orada olacakmış gibiydiler. Kimisi benim duymayacağım şekilde kuşlarla konuşuyordu. Bazısı nebâtâtla veya kelebeklerle hasbihâl ediyordu. Bazıları kaplan benzeri, derisi göz kamaştıracak parlaklıktaki hayvanlara binmiş dolaşıyorlardı. Yüzünde zerre telaş görünmeyen ama öylece uçup bir yerden bir yere giden kişiler dahi vardı.
Aslında herkes bizim gelmekte olduğumuzun farkındaydı. Ancak, üzerlerine vazife olmadığını düşündükleri için olsa gerek, oralı olmuyorlardı.
Karşıda ihtişamla duran bir saray göründü. Taş ve mermerden yapılmıştı. Daha evvel bir benzerine hiç rastlamadığım giriftlikte oymalar yapılmıştı. “Bizim dünyamızda böyle bir şey yapabilecek teknoloji henüz yok, olsa olsa rüyada olur bu enfeslikte bir oyma” diye geçirdim içimden. Saray, belli bir yükseklikten sonra, sisli havayla karışarak semâya yükseliyordu. Rüyadaki tabiat kanunlarına göre; o sis sadece bizler için o alçaklıktaymış, diğer kişiler istidat ve kabiliyetlerine göre daha üst kısımları da görebiliyorlarmış. O sis bir nevi bizim kapasite hududumuzu tayin ediyormuş meğer.
Sarayın mihrabı andıran kocaman kapısının önünde, iki muhafız duruyordu. Kapının üstünde, “Mülk Allah’ındır mânâsında; El mülkü lilllah” yazıyordu. Hiçbir silah taşımıyorlardı muhafızlar. Çarşaf gibi dalgasız bir okyanusu andıran simalarından su yüzüne sıçrayan iki balina misali bana doğru bakan o delici bakışları, neden silah taşımadıklarını izah etmeye yetmişti. Bir anda irkildim. Onca yol yürüdük. Rüyadaki dünyada kargaşa, harec ü merec, itişme, kakışma ve keşmekeş olmadığını fark etmiştim. Bir işaret, her şeyi tayin edebilecek güce sahipti. Huzûr ve sükunet sinmişti her tarafa. Kendimi, bembeyaz ve tertemiz bir halının tam ortasına fırlatılmış mangal külü gibi hissettim.
Muhafızların bakışları, iliklerimde titremişti. Vücudumu, daha evvel hayatımda hiç âşina olmadığım bir tedirginlik seâser sarmıştı.
Muhafızlardan biri sol tarafa baktı. Sol tarafta, ileride ana giriş kapısından nispeten daha küçük bir kapı vardı. O kapının önünde duran tek muhafız içeri girdi. Kapıyı açık bırakmıştı. Aradan bir dakika geçmeden arkasında altı kişiyle zırh kuşanmış biri çıktı. Arkamdakilerin de duyabileceği bir sesle; “Aman Allah’ım, Fatih Sultan Muhammed Han” diye mırıldandım. Arkamdakilerin de dehşete düştüklerini, kısa kesilen fısıldanışlarından anlamıştım.
Uludağ üstüme devriliyor sandım. Heybet ve vakârından yüzüne fazla bakamadım. Bize doğru yaklaşınca, gayr-i ihtiyârî gözlerimi yere çevirdim. Rengârenk taşlarla bezenmiş işlemeli zırhından hafif şıkırtı sesi yükseliyordu. Başındaki miğferin tam ortasında bir taş parlıyordu. O rüya taşının rengini size tarif edemeyeceğim. Çünkü o renk bu dünyamızda mevcut değil. Her hangi bir şeyle kıyaslayarak da anlatamadım. Alfabemizde var olmayan bir harf gibi düşünün. “İçeri getirin” dedi ve az evvel çıktığı kapıya doğru ilerledi. Arkasındaki muhafızların işaretiyle, biz de takip ettik. Fatih Sultan Muhammed Han önde, muhafızlar arkasında, biz ise en arkadan olmak üzere içeri girdik.
Bizdeki gibi, mobilyalı, kapılı, pencereli bir mekâna gireceğimizi düşünmüştüm. Ancak “İçeri” denilen mekanda da ağaçlar ve çiçekler vardı. Yalnız; kuşlar, böcekler, ışıklı haşarat veya diğer her hangi bir canlı yoktu. Bu İçeri denen mekanın üst kısmı, tahmin edeceğiniz gibi, sisten ötürü bize görünmüyordu. Ortada bir boşluk, boşluğun bizim girdiğimiz tarafı hariç, diğer üç tarafında geniş basamaklar vardı. Bir tür arena gibiydi. Basamakların üstü, duvarlar ve her yer türlü yeşilliklerle örtülmüştü. Rüyamda koku var mıydı yok muydu hatırlayamıyorum.
Basamaklarda, yeşilliklerin arasında, çok fazla sayıda insan vardı. Kimisi yalnız, bazıları ikişerli, üçerli veya daha fazla gruplar halindeydiler. Herkes bizim geleceğimizden haberdarmış gibiydi. Fakat bizim içeri girmemizle istifini bozan olmamıştı. Kim neyle meşgulse, onu yapmaya devam etmişti. İçeri denilen ve bütün basamaklarıyla beraber, iki futbol sahası genişliğindeki bu yerin tam ortasına geldiğimizde, muhafızlar “Burada durun” mealinde işaret ettiler.
Rüya tabi bu ya, görmüş olmama imkan ve ihtimal olmayan buradaki insanların tamamının ismini biliyor buldum kendimi.
Fatih Sultan Muhammed Han, sırtı bize dönük olduğu halde; basamaklara doğru ilerlerken “Muhterem Mukaddimûn âzâları, beklenenler huzurlarınızda” dedi ve üçüncü basamağa çıktıktan sonra bize döndü. Gözlerimin içine bakarak “İstanbul’a ne yaptınız” diye sordu.
Mukaddimûn, “eskiler” demekti. Rüyanın gelişinden anladığıma göre; burada takrîbî Kanûnî Sultan Süleyman Han’dan sonraki dönemden kimse bulunmuyormuş. Biz neden buraya gelmiştik! Eskiler olduğuna göre, bir de “yeniler” mi vardı, bu ikisinin ortasında belki bir “ortancalar” da mı vardı; bu detaylar âşikâr olmadı rüya boyunca.
Fatih Sultan Muhammed Han’ın suali karşısında, dehşete kapılmıştım. Rüyadaki o zangır zangır titreyişi hatırladıkça şimdi bile irkiliyorum. Koskoca Fatih! İstanbul’u; çarpık şehirleşme veya trafik problemini merak ettiği için sormayacağı belliydi. “Sualinizi biraz açar mısınız, tam anlamadım” diye sorayım diye düşünüyordum ki; sol çaprazımda alttan dördüncü basamakta oturan biri şu beyti okudu:
Aldın hezâr bütkedeyi mescid eyledin.
Nâkûs yerlerinde okuttun ezânları.
Neler olup bittiğini anlayayım derken; sağ taraftaki beşinci basamağın tam ortasında bayrak kırmızısı kaftanıyla bağdaş kuran Kanûnî Sultan Süleyman Han yavaşça ayağa kalktı. Az evvel beyti okuyan Mahmud Abdülbâkî’ye, “Lütuf buyurdunuz şairler sultanı” şeklinde iltifatla teşekkür etti ve ağır ağır birinci basamağa kadar inerken, “Bu beyitle, bütün tebâa-yı mükerremin cehdiyle fetholunarak camilerle müstakar, ezanlarla müzeyyen olunan beldeler soruluyor size” dedi bana bakarak.
Zihnî bir refleksle, “Taaa 1980 darbesinden sonra Türkiye’ye Cumhurbaşkanı olmuş biriyim, ben kim, yerine kırk tane devlet kurulan koca Osmanlı’daki minareler kim…” diye içimden geçirmişken, Kânûnî’nin tam karşı hizasından “Mâveraünnehr’e de sıra gelecek” dedi bir ses. Kafamı sola çevirince, konuşan kişinin Sultan Sancar olduğunu fark ettim. Hemen yanında oturan Gazneli Mahmud; “Boş yere mi onca cefâya katlanılıp Hint diyârına kadar gidildi” sualini ekledi.
Kabaran göğüsüm içe çökmüştü. Birer milim yanlara açılan kollarım dermansızlaşmış; ellerim kuvvet bulmak üzere tam önümde birbirine kenetlenmişti. Ne tarafa bakacağımı şaşırmış vaziyette, medet ararcasına kafamı karşıya çevirince, Fatih Sultan Muhammed Han’ın bir basamak yukarısında, sağ omzunun hizasında duran Akşemseddin hazretlerine takıldı gözlerim. “Sanayi devrimini ıskaladık, içimizdeki satılmış hainler düşmanla işbirliği yaptılar, düşmanlar bizi grup grup birbirimize düşürdüler, modernleşme…” çerçevesinde karşı argümanlarımı sıralayayım diyecektim ki; Akşemseddin hazretlerinin bana biraz nefes aldıracak bir şeyler diyeceğini tahmin eden Fatih Sultan Muhammed Han sağ elini başının hizasına kadar kaldırdı. “Pek kıymetli Mukaddimûn âzâlarından, kemâl-i hürmetle müsaade istirham ederek; sizlere sorarım” dedi. Gözlerimi Akşemseddin hazretlerinden ayırmadığımı müşahede eden Fatih, “Sizlere” diyerek kendisine bakmamı temin etti ve “Bütün bunlar oluyorken siz neyle meşguldünüz? Bir harp varsa; ya gâlip vardır, ya mağlup. Biz neticeye bakalım: Hüsrân, felâket ve hezîmet! Ne anlatırsanız boş” dedi ve bir basamak aşağıda oturan Selahaddin-i Eyyübî’ye baktı.
“Eyvâh! Kudus’ü soracaklar” diye panikledim biran. Neyse ki epey mahzun görünen Selahaddin-i Eyyübî gözlerini yere dikmiş vaziyette hayıflanırcasına kafasını iki defa salladı. Elinde miğferi, zırhı sırtındaydı. Korku ve endişenin dehşeti yetmiyormuş gibi, bir de hüznün karanlığı çöküvermişti içime.
Bu rüya denilen merette hisler bizim dünyamızdan daha seri ve daha şiddetli sirayet ediyor insanın içine. Bir uyansanız, hepsi bitecek; ama ne mümkün! Sona ereceği kesin belli, ama içindeyken rüya olduğunu unutuyorsunuz, bu bir; ikincisi, ne zaman biteceği elinizde değil. Sanki böylece sonsuz uzayıp gidecek diye düşünüyorsunuz. İçinde bulunduğum o dünyanın bir rüya olduğunu ve eninde sonunda biteceğini bilsem, zerre takmazdım kafaya. Kendimi çimdikler, bu dünyadaki kendimi uyandırmayı denerdim belki de. Gelin görün ki rüyadayken, rüyanın tabiat kanunlarına tabisiniz artık.
Gür bir ses, “Bütün bunlar cereyân ederken, siz armut mu topluyordunuz” diye haykırdı. Sualin sorulduğu sol tarafıma kafamı çevirirken, karşı basamakların sol hizasında, ortalarda duran Yavuz Sultan Selim Han’ın celallenerek yeşilliklerin ardından öne çıkması dikkatimi öyle celbetti ki; kafamın daha fazla sola dönmesine mâni oldu âdetâ. “Siz bulamadınız mı düşman içinde satılık hain? Siz düşüremediniz mi onları bir birine? Onlar; mefhumlar, ıstılahlar, fikirlerle zihinlerinizi tarumar ederken; sizin elinizi tutan neydi? ” demesi; bir atın şaha kalkışını, bir arslanın kükremesini andırıyordu. Zangırdamaya başlayan kalbim yerinden sökülecekti.
Yavuz Sultan Selim Han’ın sesinin içime uzanıp ödümü koparacak olduğunu fark etmiş olmalı ki; sözü tekrar Kânûnî Sultan Süleyman Han aldı ve “Düşmanın düşmanlık ettiğinden şikâyet etmek ne ahmaklık. Hainin vazifesi hainlik değil de nedir? Şeytandan merhamet mi umuyordunuz yoksa? Kahpesiz devrân mı olurmuş! Mehmed-i Sani hazretleri isabetle tespit buyurdular: Biz neticeye bakalım. Gâliptik, mağlup oldunuz. Hâkimdik, mahkum oldunuz. Sizden önce tarihçileri getirdiler huzura. Onlara da, ‘Bizi övmeyi bırakın, siz ne yaptınız hele ondan haber verin. Evvela, maraz tam teşhis edilip hastalık kabul edilecek ki derman bulunsun’ denildi. Şimdi size de deniliyor ki; ‘En büyük irfan, hatayı kabul etmektir’. Ne buyurursunuz efendim?” diye sordu sol tarafında duran Ebussuud Efendi’ye bakarak.
Ebussuud Efendi söze başladı. “Fahr-i kâinât, hülâsâ-yı mevcûdât, hâtem-in nebiîn, habîb-i Hûdâ, Muhammed Mustafa” der demez, İçeri diye tabir edilen o mekanda ne kadar insan, ne kadar nebâtât varsa, hepsi bir ağızdan, “Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âl-i Muhammed” diye salavât getirdiler. O anda, gözle görmediğim başka mahlûkatın da o İçeri denilen mekanda hazır bulunduklarını, çıkan sesin ürperticiliğinden anladım. Ben ve benim arkamdakilerden çıt çıkmamıştı tabi. Vallahi böyle bir âdet olduğunu bilsek biz de herhâlde salavât getirirdik. Bu kadar şeyi anlattığıma göre, şu kadarını da söylesem herhalde bana gülmezsiniz. Sizden ne saklayayım, salevât-ı şerife başladıktan sonra, ortasından lafa dalıp ben de en azından sonuna doğru iştirak etmiş bulunabilirdim. Fakat, korku ve endişe içinde oracıkta dikiliyorken biranda yer gök inlemeye başlayınca, elektrik çarpmış gibi donakalmıştım.
Salavât-ı şerif bitince, Ebussuud Efendi sözünü şöyle devam ettirdi: “…hazretlerinin sünnetine uymadılar. Güzel ahlaktan uzaklaştılar. İlmin olmadığı yerde dînin var olamayacağını unuttular. Bidat ve hurâfelere karşı hassasiyetlerini yitirdiler. Medeniyet binasında tuğlanın kitap olduğunu hatırlayamadılar. Dîni; doğrudan Kur’ân-ı Kerimden okumaya kalkmanın kendini peygamberin yerine geçirmek olacağını idrak dahi edemediler. Kendini peygamberin yerine gerçirmekten hâyâ etmeyenlerden âlimlere hürmet beklemek ne derece doğru olur” diye sorarken, sağ üst tarafına bakmış ve susmuştu.
Neyse ki Ebussuud efendi bana doğru değil, etrafındakilere bakıp konuşmuştu. Ayrıca bize hitaben “yaptınız, ettiniz” şeklinde değil de; “yaptılar, ettiler” şeklide bir lisan istifade etmesi biraz olsun nefes aldırmıştı. Her neyse…
Ben de, azıcık da olsa rahatlamış olarak, Ebussuud Efendinin baktığı cihete doğru baktım. Basamakların en üst kısımlarından, Yıldırım Beyazıt Han ile Timur Han yan yana; sarmaşık tarzı ince ve uzun dallı çiçeklerin arasından aşağı iniyorlardı. Yıldırım Beyazıt, samimiyet ifadesi olarak, bir elini Timur Han’ın omuzuna koymuştu. Timur Han, “Nasıl olsa” dedi ve iki basamak indikten sonra “Nasıl olsa biz hakikati bulduk, itikadımız düzgün, inşallah cennete gireceğiz diye rahata mı kapıldınız? Düşman kılı kırk yarıp arz ü semâyı didik didik ederken; sizler ilime gerekli alâkâyı göstermediniz ve âlimlerin sözüne kulak asmadınız. Yoksa âlimlerimiz dünyanın dört bir yanına ilim, hikmet, ahlak, marifet ve talebeleriyle ışık saçıyorlardı” derken, eliyle karşı taraftaki en üst basamağa doğru işaret etmişti.
Timur Han’ın işaret ettiği nokta; İçeri denen mekânın en tepesi, sağ ve karşımdaki basamakların birleştiği köşeydi. İki metre kadar üstü sislerle kaplıydı. Köşeden yukarıya doğru küçük basamaklar gördüm. İnsanlar sislerin arasından aşağı iniyor veya yukarı çıkıp sislerin içinde kayboluyorlardı. Köşedeki merdivenin bir basamak aşağısında, elinde, bir kısmı aşağı doğru açılmış rulo halinde bir parşömenle Bahaüddin-i Belâgerdân Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ve etrafında halka olmuş vaziyette Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Abdulkâdir-i Geylânî, İmam-ı Gazâli, Hâce Ubeydullah-i Ahrâr gibi mübarek zâtlar vardı. Herkes pür dikkat, elindeki parşömen kağıdına bakıp bir şeyler izah eden Şâh-ı Nakşibend hazretlerini dinliyorlardı. Bizlere tevcih edilen suallerin idrakinde olmaları, yaptıkları mükalemeye mani olmamış gibiydi.
Çok şaşırmıştım. Mesâfe çok uzaktı. O kadar sessizce konuşan birini bu kadar uzak mesafeden nasıl işitebiliyorum diye aklımdan geçirdim. Birden bire şaşkınlığım biraz daha arttı. Zira şu ana kadar her konuşan, benim aklımdan geçirdiğime cevap vermişti. Tam bu sırada, sağ tarafımdaki ağaç, bir dalını bana doğru uzattı. Ağaca dikkatle baktım ve şöyle bir ses işittim; “Çocukken kırdığın dallar ve kopardığın çiçekleri sonra konuşuruz, ancak Ankara’daki yeşilliklere gösterdiğin ihtimamdan dolayı sana teşekkür etmeyi cümle nebâtât adına kendime borç sayıyorum.”
Rüya âlemi hakikaten çok tuhaf bir yer. Buradakilerin tamamı aynı yaşta gibiler. Yaşlı-küçük, baba-oğul, ast-üst, güçlü-zayıf gibi ayrım yok. Bu “İçeri” denen mekana girdiğimden beri, şöyle bir an bile durup düşünme fırsatım olmamıştı. Ağacın konuşmasını kafamın içinde duymuştum. O anda fark ettim bunları. Kimsenin bir şey söylemediği, daha doğrusu bir şey sormamasını fırsat bilip etrafıma baktım. Kime dikkatle baktıysam, onun konuşmasını duyuyordum. Birbiriyle konuşan, ağaçla konuşan, hatta gözlerini kapatıp uzaktaki biriyle konuşanı bile duyabiliyordum. Etrafa bakınmam çok sürmedi.
“Bugünlük yeter. Götürün” dedi Fatih Sultan Muhammed Han. Muhafızlar kapıya doğru yürüdüler. En sonuncusu “Bizi takip edin” manasında gözlerimin içine baktı. Arkalarından yürüdük. Girdiğimiz kapıdan değil, başka bir kapıdan girdik. Girdiğimiz kapı, ucu bucağı görünmeyen bir koridora açılıyordu. Koridorda sağlı sollu demir kapılar vardı. Sağdan dördüncü kapının önüne geldiğimizde, beni içeri buyur ettiler. Türk Hamamına benzer, her tarafı taş, tek pencereli bir odaydı. Muhafızlardan biri, tek kişilik, nohut renkli taştan yatağa işaret etti. Yatağa uzandım. Başımda dikilmiş, gözlerimi kapatıp uyumamı bekliyordu. Gözlerimi kapatıp uyudum.
* * *
Gözlerimi açınca, bu garip rüya nihayete ermişti. Hemen yatağımın yanındaki akıllı telefonuma uzandım. Önce Facebook’a girdim. “Ne düşünüyorsun, Ahmed Necip Bey?” diye soruyordu. “Bırak şimdi ne düşündüğümü” dedim. Onun hemen altında; “Tanıyor olabileceğiniz kişiler” dedi. “Şu an hiç kimseyi tanımak istemiyorum, olur mu Facebook kardeş?” dedim içimden. Başparmağımla hızlı hızlı aşağı doğru kaydırdım milletin paylaşımlarını. Biri ağaçtan armut koparırken selfi çekmişti. Bir başkası profil fotoğrafını güncellemişti. Kafedeki kızları keser gibi haşin haşin bakan bir fotoğraftı. Onun altında; bir lise öğretmeni, dereceye giren öğrencilerine ödüllerini verirken çektirdiği fotoğrafı paylaşmıştı. Sağında bir oğlan, solunda bir kız öğrenci. Üçü de tebessüm ediyorlardı.
“Oh..!” diye içimi çektim. İnternete bağlanmış ve sanal âlemle irtibatı kurmuşluğun huzurunu yaşıyordum. Biraz kendime gelmiştim. Gözlerimi tavana diktim. “Rüyaydı, geçti çok şükür” dedim. Sonra şöyle bir düşününce; hatırladım: Rüyamın sonunda da uyuyakalmıştım! “Acaba şuanda rüyamın içindeki rüyanın içinde miyim?” sorusu geldi aklıma. Kafam karışacak oldu. “En iyisi unutayım bu rüyayı” dedim. Kalktım, yüzümü yıkamak üzere lavaboya gittim.