Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra, Orta Doğu’nun liderliğine oynayan dört ana devlet var: İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye.
İran; Arap olmadığından, Orta Doğu’da nüfuz sahibi olmak için şiiliği kullanıyor. Şii olmayan Araplar İran’a şüphe ve tedirginlikle yaklaşmakta ve potansiyel düşman algılamasıyla bakmaktalar. İran’ı Araplarla bir paydada birleştiren en mühim unsur, İsrail’e karşı Filistin’in yanında yer alması.
Suudi Arabistan’ın muhtemel Orta Doğu lideri şeklinde mütalaa edilmesinin yegâne sebebi, haremeyn-i şerifeynin topraklarında yer alması. Aksi hâlde, otuz milyon nüfusu, petrole dayalı ekonomisi ve hânedanlığa dayanan siyasi modeliyle Orta Doğu’ya ilham kaynağı olmaktan uzak. Paranın satın alabileceği en iyi silahları edinmeye çalışsa da, silahlı kuvvetleri (bilhassa insani cihetten) zaafiyetler içinde. Bu zaafiyetleri, Yemen müdahalesinde İran destekli Husilere karşı istenen neticenin bir türlü alınamaması ortaya koymuştur.
Suudi Arabistan, ABD ile derin münasebetler içindedir. Suudi Arabistan mutlak monarşi ve ultra-muhafazakâr bir rejime sahip olması ABD ile yakın münasebet teşkil etmesine mani olmamıştır. Suudi Arabistan, ABD’den milyarlarca dolarlık silah almaktadır. Trump ABD başkanı seçildikten sonra, ilk yurt dışı seyahatinde İsrail, Vatikan ve Brüksel’den önce Suudi Arabistan’ı da ziyaret etmiştir. Bu seyahat, zımnen, Suudi Arabistan’ın İslam dünyasının lideri şeklinde muhatap alınmak istendiğinin bir göstergesi olmuştur. ABD, petrol konusunda Suudi Arabistan’a bağımlı olmaktan kurtulmak istemekte. Gerek kendi üretimini artırmış, gerekse satın aldığı ülkeleri çeşitlendirmek istiyor. Zaten aldığı petrole karşılık para yerine silah vermekte.
BAE’nin ABD ile yakın münasebetleri var. Bu çerçevede, ABD’nin bölgedeki en mühim askeri üslerinden biri BAE’de bulunmakta. (El-Zafra Hava Üssü) Büyük Orta Doğu Projesinin en mühim sac ayaklarından biri, Suudi Arabistan – ABD ittifakıdır. BAE de hem Suudi Arabistan, hem de ABD ile iyi münasebetler içindedir.
Mısır, ne askeri bakımdan, ne de ekonomik ve sosyal bakımdan Orta Doğu’nun tamamına liderlik etmekten uzaktır. Otuz yıl boyunca Hüsnü Mübarek rejimi altında ezilen Mısırlıların kâhir ekseriyeti fakirdir.
Türkiye Cumhuriyeti, Orta Doğuyla ortak tarihe sahip. Yıllarca, Müslüman ve demokrasiyi İslamiyetle bağdaştırabilen rol model kimliğiyle yaklaştı Orta Doğu’ya. Türk dış politikası, farklı dönemlerde farklı politikalar şeklinde tezâhür etti. Kimi zaman “Müslüman” kimlik ön plana çıktı, bazen demokratik değerlere vurgu yapıldı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, irredentist dış politika prensibi ittihâz edildiği için, etliye sütlüye karışılmadı. Biraz da ülke ve dünya şartları bunu gerekli kıldı. NATO üyesi oluşu, İsrail’le (istisnalar hariç) iyi münasebetler içinde olması, Avrupaî hayat tarzına sahip olması gibi sebepler ileri sürülerek, Türkiye’nin “Batılıların truva atı” şeklinde takdim edilmesine yol açmıştır. Bunda, Arap milliyetçiliği, Baasçılık, Batı yanlılığı ve pek çok dahilî faktörler de rol oynadı.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE); Orta Doğu’nun bu muhtemel dört “bölgesel” liderinden, Suudi Arabistan yanında yer almayı tercih etmekte. Bunun çok karmaşık siyasi, iktisadî, ticarî, güvenlik, sosyal ve kültürel sebepleri var:
– İran’a karşı güvenliğini Suudi Arabistan’a sağlatmak;
– Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin parasını yönetmek,
– Kumar, içki, eğlence, kara para ve benzeri sahalarda diğer Körfez ülkelerine nazaran daha “serbest” politikalar takip ederek körfezin incisi ve câzibe merkezi hâline gelmek
– Gümrük, vergi, evrak ve prosedürlerde daha yumuşak (regülatif olamayan) düzenlemelerle, Körfez ülkeleri içinde dünyaya en çok açılan, en çok yabancı yatırımcı çeken ve dünyayla en çok entegre olmuş oyuncu olmak
– PR değeri yüksel, sansasyonel ve dillerden düşmeyecek projelerle (Suudi Arabistan dahil) bütün Körfez ülkelerini gölgede bırakmak
Bu liste bu şekilde uzar gider.
Nüfusu, yüzölçümü, petrol satışı ve birçok başka bakımdan Suudi Arabistan BAE ile kıyaslanamayacak kadar büyük olsa da; BAE ile Suudi Arabisan arasındaki münasebetlerde kimin kimi yönlendirdiği, kimin kimin iplerini ellerinde bulundurduğu ve kimin kime daha çok bağımlı hâle geldiği tartışmalıdır. Bir de BAE, koskoca Suudi Arabistan’ı kendi emellerine hizmet ettiriyor olmasın? En azından hedefinin bu cihette olduğu su götürmez bir hakikattir. Körfez ülkeleri içinde bu mânâda kendisiyle rekâbet edebilecek olan Bahreyn iç harple zayıflamış, Katar tecrit edilmiş, Umman ve Kuveyt iç dinamikleri itibariyle bu emellere sahip olmadığı gibi, böyle bir vizyona da sahip değillerdir.
BAE, akılla, zekâyla, perde arkasından bütün körfezi idare etme emel ve iradesi taşımaktadır. Körfez’in en büyük devleti Suudi Arabistan’dır. Suudi Arabistan’ı kontrol eden, bütün Körfezi kontrol etmiş olacaktır.
Neden Türkiye muhalifliği?
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed, Medine Müdafaası kahramanı, Osmanlı Paşası Fahreddin Paşa’yı ‘hırsız’ şeklinde vasfeden bir Tweet’i paylaşmış ve “İşte Erdoğan’ın dedelerinin Müslüman Araplarla ilişkisi buydu” ifadesini kullanmıştı. Iraklı bir başka Twitter kullanıcısının paylaşımını retweet ettiği mesajda, bin Zayed Fahreddin Paşa’nın yerli halkın hakkına girdiğini ve onların mallarını çalıp kaçırdığını iddia ediyordu.
Bin Zayed’in bu ifadeleri, BAE ile Türkiye arasındaki krizin başlamasın sebebiyet verdi. Birikmiş büyük bir hıncın sadece dışarı vurmuş kısmını teşkil ediyordu. Peki BAE’nin Türkiye ile ne alıp veremediği vardı?
İran Körfez’de daima “öteki” ve “düşman” şeklinde telakki edilmekte.
Mısır’ın Körfez ülkeleri üzerinde tayin edici bir nüfuza sahip olması ihtimalin çok uzağındadır. (Bunun sebepleri üzerinde bu makalede durmaya bile gerek yoktur.)
Suudi Arabistan zaten karmaşık münasebetlerle manipüle edilmektedir.
Geriye kalıyor tek bir büyük tehdit: Türkiye. Ya diğer Körfezliler de Katar’ı takip edip Türkiye yanlısı siyaset takip ederlerse? Ya BAE’nin kurduğu tezgâha çomak sokulursa? Körfezlilerin bir çok açık-gizli, karanlık-aydınlık… faaliyet ve münasebeti için güvenli ada vazîfesi gören BAE mevcut rolünü kaybederse!
Evvela şu gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekir: BAE demek, Suudi Arabistan – BAE ittifakı demektir. Gerek dış politikalarında, gerekse Türkiye karşısında takınılan tavırda, bu iki aktörün bir bütünün ayrılmaz parçaları şeklinde hareket ettiklerini bilmemiz lazım. BAE, Aralık 2017 yılında gerçekleşen Körfez Birliği toplantısında, Suudi Arabistan ve BAE arasında daha yakın askeri ve siyasi ittifak teklifinde bulundu. Hatta bu teklif, Körfez Birliği’nin haricinde ve üstünde bir işbirliği teklifi olduğu için, Körfez Birliği’nin sonunu getirebilecek bir adım olduğu yorumu yapıldı.
BAE’nin Türkiye’ye karşı (pek çok kimsenin anlamakta zorluk çektiği) çıkışı için pek çok sebep ortaya atıldı. Bunlardan birkaçı şöyle:
- BAE – Suudi Arabistan ittifakının Kudüs’le ilgili İsrail aleyhinde takındıkları tavırlara karşı gelen eleştirilerden dikkatleri başka tarafa çekme hamlesi;
- Katar’la rekabet;
- Suudi Arabistan’ın sözcülüğünü yapmak;
- Türkiye’ye karşı topyekün bir Arap Birliği oluşturmak ve böyle bir birliğin bayraktarlığını yapmak;
- Erdoğan’a saldırarak Türkiye ve Erdoğan muhalifi kitleler nezdinde imaj oluşturmak;
- Ve saire…
Bu mülahazaların hiç biri BAE’nin çıkışını tam manasıyla açıklayamıyor.
BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ı bir kılıp İran ve Türkiye’yi bölgeden uzak tutmak ve Suudi Arabistan’ı manipüle ederek bölgeyi perde arkasından idare etmek istemekte. Tam da bu minval üzere, Abdullah bin Zayed, “Bölgedeki jeostratejik yarış Kahire ve Riyad merkezli güçlendirilmiş bir Arap birliğini gerekli kılıyor” demiştir.
AB üyeliğinden ayrıldıktan sonra, Körfez Birliği ülkeleriyle birlik mesajı vermek ve serbest ticareti görüşmek üzere, Körfez Birliği zirvesini Londra’da tertiplemek istemişti. Ancak Katar krizinin patlak vermesiyle plan ertelenmiş oldu. ABD, ne yapıp edip, Avrupa, Çin ve Rusya’yı Orta Doğu’dan uzak tutmak istiyor. İngiltere, Avrupa Birliği yerine WASP birliğinden yana tercihte bulunarak, Orta Doğu’daki pastadan pay almak peşindedir.
Bölgesel mânâda Suudi Arabistan – BAE ittifakı; uluslararası mânâda ise, ABD, İngiltere ve İsrail ittifakından söz edebiliriz. Bütün mesele, işte bu bölgesel ve uluslararası beşgenin Orta Doğu’dan diğer bütün güçleri uzak tutma hikâyesidir.
Suudi Arabistan ve Mısır’a üçer defa seyahatim oldu. Bütün mühim şehirlerini boydan boya müşahede etme fırsatım oldu. BAE’de sekiz ay kadar yaşadım. Yedi emirliği karış karış bilirim. İran’a ondan fazla gitmişliğim vardır. Yaptığım bu analizi, bütün seyahatlerim ve okumalarım neticesinde sizlere takdim ediyorum.
Bugünkü BAE idarecileri Türkiye’ye karşı hasmâne tutum ittihâz edebilirler. Buna; Orta Doğu’daki dengeler, Batılıların telkinleri, real-politika mülahazalar çerçevesindeki devlet menfeatleri veya Vahabilikten mülhem dini/dünya telakkisi… veya başka bir şey sebep olabilir. Fakat, sel gider kum kalır. Türklerin gerek BAE; gerekse bütün Arap halklarına bakışını Yavuz Sultan Selim Han’ın hutbede kendisine “hâkim ül haremeyn” diyen imamı ikaz edip, hâkim değil; “hâdim ül haremeyn” dedirtmesi tarihî şekilde ortaya koymuştur.
Sömürgecilerden dost olamayacağını, “böl-parçala-idare et” siyasetinden vazgeçmeyeceklerini idrak eden idareciler muhakkak gelecektir.