Avrupa Birleşik Devletleri Projesi Çöktü Mü?
Bu soruyu sormak gayet tabii olsa da cevabı spekülasyona açıktır. Önce AB projesini doğuran tarihi altyapıya bakalım, sonra bugünkü gelişmeler muvacehesinde tahminimizi takdim edelim.
AB; Avrupalı ülkelerin küresel piyasalarda rekabet ederken karşı karşıya gelen Avrupa ülkeleri arasında bütün kıtayı yerle bir edecek büyük savaşların çıkmasını önlemek için geliştirilen bir projeydi. Avrupa Birliği projesi eskiden Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Vatikan’ın masalarında tartışılıp Papalığın koridorlarında dolaştırılmış bir ideal olarak devam etti. Katolik Kilisesi’nin İspanya, İtalya ve Fransa topraklarında ittifakı sağlayarak kurmayı hedeflediği büyük Hristiyan Birliği, Doğu’dan gelerek Avrupa’ya ve Akdeniz’e yayılan Osmanlılar tarafından durduruldu. Osmanlıların Fransa’yı askeri ve siyasi yardımlarla İspanya’ya karşı desteklemesi, Fransız Krallığı’nın İstanbul’a bağımlılığını artırıyor ve bu gelişmeler Vatikan’da derin endişelere yol açıyordu. Ancak Osmanlıların Avrupa’yı bölen bu üstünlüğü 17. yüzyıldan itibaren bir tehdit olmaktan çıktı ve 18. yüzyıldan itibaren Avrupalı devletlerarasında Osmanlı topraklarının geleceğini paylaşma kavgası başlattı.
19.yüzyıl, sadece Avrupa tarihi değil dünya tarihi için büyük gelişmelerin yaşandığı çağdır. Avrupa’da küresel bankerciliğin yükselişi, telgraf gibi hızlı iletişim vasıtaları, buharlı gemiler ve demiryollarının yaygınlaşmaya başlaması bir yandan Avrupalı ülkeleri dünyaya karşı çağ atlattı diğer yandan Avrupalı ülkeler arasındaki rekabeti tırmandırdı. Artık yeni savaşlar çok daha yıkıcı olmaya başlamıştı. İngiltere ile Fransa arasındaki son büyük karşılaşma diyebileceğimiz Waterloo Harbi, 1815’te Belçika topraklarındaki cereyan ederken üç hafta içinde 120 binden ziyade İngiliz ve Fransız askeri hayatını kaybettiği gibi Napolyon Harpleri’nin diğer cepheleri Avrupa’da büyük kırıma yol açtı. Savaşı kazanan İngiltere ile birlikte yıldızı yükselmeye başlayan Rothschild Ailesi oldu. Aile, İngiliz Krallığı ile derin bir ortaklığa başladı. Daha önceden Britanya Adası’nın muhtelif yerlerine dağılıp yerleşmiş ve ticaretle iştigal ederek hayata tutunan Yahudi asıllı insanlar yeniden teşkilatlanmaya başladılar. İngiliz siyasetinde ve ticari hayatında önleri açıldı. Zamanla ülkede Yahudi karşıtlığını suç sayan kanunlar çıkarıldı ve Yahudiliğini gizlemek zorunda kalan insanlara hürriyet verildi. Bu gelişmeler, 16.yüzyılda Osmanlı ülkesinde Müslümanlar ile Hıristiyan ve Yahudilerin hiçbir problem yaşamadan aynı limanlarda ve pazarlarda rahatça iş yapıyor olmalarından etkilenip Paris’te bunları tartışan Fransızların şaşkınlığını hatırlatmaktadır. Ancak 19.yüzyılda Osmanlı tebaası Yahudi ve Ermenilerin bir kısmı İngiltere ve Fransa’ya göç etmeye başlayacaklardı. İngiltere Yahudileri ile Avrupa’daki Yahudiler arasında ticaret hızlanınca birkaç aile hızla zengin olmaya başladı. Kapitalist Hıristiyanlar ve Yahudilerin rekabeti, Avrupa’nın kıta olarak dünya siyasetinde önünü açsa da iki kez dünya savaşının bu kıtada patlak vermesine yol açacaktı.
Avrupa’nın Yeni Ülkeleri: İtalya ve Almanya
AB’den çok önce Avrupa’da başka birlikler ortaya çıktı. Hızlanan ticaret ve seri üretim ortamı Almanya ve İtalya’nın kurulmasına yol açtı. Prusya’nın güçlenip Alman İmparatorluğu’na dönüşmesi Avrupa’da İngiltere ile Fransa arasındaki dengeyi bozarken, İtalya Yarımadası’ndaki küçük şehir devletlerinin birleştirilip İtalya’nın kurulması da oyunu hareketlendirecekti.
19.yüzyılın ortalarında verilen mücadeleyle İngiltere ve Fransa’nın desteğinde İtalyan Krallığı kuruldu. Londra – Paris hattında çalışan bankerler, bu iki ülkenin devlet mekanizmalarını büyük bir Avrupa ortak pazarı kurmaya teşvik ediyorlardı. İtalya ve Almanya’nın doğuşu, büyük Avrupa’ya gidiş yolunda yaşanan gelişmelerle paralel ilerliyordu. Rothschildler, aynı yüzyılın ortalarında altın piyasasını kontrol etmekte zorlanırken banknot sistemini teşvik etmeye başladılar. Bu dönemde kurulan (ve günümüze kadar gelen meşhur mecmuaları) The Economist, kâğıt paraya geçişin reklamını yapmaya başladı. Hatta ailenin Fransa’daki reisi Baron James de Rothschild bizzat bu dergiye verdiği mülakatlarla banknot ile alışverişe verdiği büyük desteği dile getirdi. Her ülkenin bir milli banknotu olacaktı. Zamanla kurulacak milli merkez bankaları da küresel bankerler ile altın alışverişi yaparken bu banknotlar ve tahviller üzerinden muhatap olacaklardı. Sistem, II. Dünya Harbi sonlarında ABD’deki Bretton Woods toplantısıyla dolar merkezli yeni bir düzene geçilene dek yaklaşık yüz yıllık bir dönemi başlatıyordu.
Sicilya adası ve diğer güney İtalya sahilleri üzerinden İtalya’ya sokulan silahlar ve Akdeniz’deki İngiliz Donanması’nın unutulmaz destekleri, Vatikan’ın tüm haykırışına rağmen İtalyan milliyetçilerin Papa nüfuzuna karşı İtalya Yarımadası’nda yükselişini sağladı. Nihayet İtalya Krallığı’nı kuran Carbonari masonları, bu yeni ülkenin yeni Avrupa piyasasında aktif rol almasının önünü açtılar. Bunların geliştirdiği İtalyan milliyetçiliği ise Vatikan’dan lanetleniyordu. Çünkü Avrupa’ya akan altınların getirdiği zenginlik ve Katolik Kilisesi kontrolünde kurulması planlanan Haçlı Avrupa Birliği ideali Osmanlılardan sonra bu kez İngilizler tarafından önleniyordu. Kilise, eskiden Osmanlılarla işbirliği yapan Avrupalı siyasileri tekfir ettiği gibi (Venedik’e ‘Türk’ün metresi’ dendiği zamanlar olmuştur), 19. yüzyılda İngiltere ile işbirliği yapanları ve masonları tekfir etmiştir. İngilizler, İtalyan milliyetçileri desteklerken Papa da Britanya Adası’ndaki İrlandalı ve İskoç Katolikleri ayaklandırıp Londra’yı tehdit etti. Papalığa göre İtalya’daki ‘mason uşakları’ dini yıkarak milliyetçilik üzerinden devlet kurarken Vatikan’ı da yıkıma sürüklüyorlardı. Vatikan endişesinde haklıydı. Modern İtalya’nın kurucu babaları olarak kabul edilen Cavour, Garibaldi ve Mazzini gibi isimler böylece İtalyanca konuşan küçük şehir devletlerini bir araya toplamış oldular.
Milliyetçiliğin yükseliş çağında İtalya kurulmuş, sıra Almanya’ya gelmişti. Kuzeyde Almanca konuşan yüzlerce küçük şehir devletini Prusya çatısı altında bir araya toplayan Zollverein gümrük birliği antlaşması, 1860’larda artık bugünkü Almanya’ya giden siyasi sınırların ve ekonomik altyapının temellerini atmıştı. Almanya’da Rothschildlerin müttefiki olarak bilinen Banker von Bleichröder, efsane Alman Şansöylesi von Bismarck’ın kalkınma projelerine finans hizmeti verirken Alman siyasetinde nüfuz elde etmişti. Fransa’daki kalkınma projelerine de finans desteğinin Yahudi bankerlerden gelmesi zamanla Fransa ve Almanya gibi ülkelerde Yahudi düşmanlığını tetiklemeye başladı.
Fransa’da yaşanan Yahudi düşmanlığı, Avrupa Yahudilerini Siyonist ideoloji geliştirip Yahudi milleti için devlet kurma ideali etrafında toplanmaya teşvik edecek ortamı hazırladı. Rusya, Polonya ve Romanya’daki Yahudilerin içinde bulunduğu kötü hayat şartları, Avrupa’nın diğer ülkelerinde siyaset ve ticarette söz sahibi olan Yahudilerin halletmesi gereken bir probleme dönüşünce Siyonist Kongreler başlatılarak İsrail’in kurulması için lobi faaliyetleri başlatıldı.
Rusya’ya karşı Osmanlı’yı destekleyen İngiltere ve Fransa üzerinden Kırım Harbi’nde Çarlığa darbe indirilirken Osmanlı Hükümeti’nden de köklü reformlara başlayıp iç piyasasını dış ticarete göre yenilemesi için krediler ayarlandı. Rothschild’in parası İngiliz ve Fransız hükümetleri garantisiyle İstanbul’a kredilendirirken İngilizler ve Fransız hükümetlerinin Osmanlı’dan artan talepleri yeni bir problemi başlattı. Bu problem karşısında geleceğin Osmanlı hükümetleri için Almanya ile yakınlaşmak bir zaruret halini almaya başladı. Sultan II. Abdülhamid, Almanya İmparatoru’nun İngiltere ile rekabetini görünce bunu Osmanlı lehinde kullanma stratejisini benimsedi. Bu strateji, Osmanlı jeopolitiğinde çok kuvvetli bir İngiliz – Alman rekabetinin yaşanmasına yol açtı ve I. Dünya Harbi’nin sebeplerinden biri de bu oldu.
Alman İmparatorluğu, Avrupa’da Fransız nüfuzunu kırınca İngilizlerin Avrupa’daki denge politikası çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Avrupa’yı yeniden kurmak için liderlik rolünü üstlenmeye oynayan İngiltere ile Almanya arasındaki savaş iki kez dünyayı yakacak kadar gürültülü oldu. Peki, iki dünya savaşından sonra Avrupa’da barış nasıl sağlandı?
Soğuk Savaş Bitmemiş Miydi?
1945’te bütün dünyayı yıkan savaş sona erdiğinde galipler arasında yeni bir savaş başladı. ABD ile Sovyetler, Almanya’ya karşı savaşan iki müttefik iken şimdi iki kutuplu dünyada iki büyük rakip olarak karşı karşıya getirilmişlerdi. Buna ‘Soğuk Savaş’ denildi. Soğuk Savaş’ın yeniden bir üçüncü savaşa dönüşmemesi için iki büyük iş başarıldı diyebiliriz. İlki nükleer silahların geliştirilmesi, ikincisi ise Avrupa Birliği gibi büyük sosyo-ekonomik ortaklıkların ihdas edilmesidir. Yeni dönemde Batı dünyasının önde gelen sermaye ve siyaset lobileri, ABD ile ortak bir ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ projesini tartışmaya başladılar. Önce İngiltere’nin savaş sonrasında zayıflayan küresel gücünü ve misyonunu ABD’ye devredeceği görüşmeler yapıldı. Kimilerine göre İngiltere, emperyal gücünü görünmez kılacak bir yenilik yaparak (görünürdeki küresel liderliği ABD’ye devredip arkadan yoluna devam edecek şekilde) stratejisini değiştirdi. Bir diğer görüşe göre de İngiltere, küresel liderliği ABD’ye devretmek zorunda kaldığını kabullenerek ABD ile derin bir ortaklığın gölgesinde yoluna devam etmeyi tercih etti. (Burada ülke isimleri zikrederken iki ülkede ortak yatırımlara sahip olan küresel bankerler ve şirketlerin tercihlerine girmiyoruz. İşin esas derinliği oradadır.) İngiltere ile ABD arasındaki finans görüşmeleri halledildikten sonra AB projesi için adımlar atılacaktı. Burada bunları yazarken karşılaşılan zorlukları ve ihtilaflara da girmiyoruz. İşin tafsilatı uzundur. Ancak Batı’da iki tane ABD’nin varlığını (biri Avrupa Birleşik Devletleri ve diğer malum ABD olarak) görmek mühimdir. Bu, III. Dünya Savaşı’nın önlenmesinde nükleer silahların varlığı kadar caydırıcı olan bir varlıktır. Ancak Soğuk Savaş devri sona erdiğinde Yeni Dünya Düzeni’nin şekillendirilmesi tartışmaları başlayınca her iki ABD’nin de geleceğinde belirsizlikler baş gösterdi.
Soğuk Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni düzendeki rolü, Henry Kissinger gibi başta Amerikan siyasetinin önde gelen isimleri olmak üzere tartışılmaya başlandı. Dikkat çekici görüşlere göre, Soğuk Savaş’ta Batı’nın liderliğini yüklenen ABD’nin ihtişam çağı sona erecek ancak ABD küresel düzende birinci ülke olmaya veya zirvede kalmaya devam edecekti. İlginçtir ki yıllar sonra ortaya çıkan sonuca baktığımızda adeta bu görüşlerin ‘Önce Amerika’ mantığıyla kurgulanıp Amerikan siyasetinde halkın da kabulüyle sahaya sürüldüğünü görüyoruz. Bu elbette ABD’nin sınır ötesindeki operasyon hamallığını nispeten daraltan bir yönetimle mümkündü ve görüyoruz ki Trump Hükümeti bu misyonu üstlendi. Böylece Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birleşik Devletleri yeniden kurulacak olan ve çok kutuplu olması beklenen dünya düzeninde iki ayrı kutup olmaya doğru yola çıkmış görüntüsü veriyorlar. Bugün Çin’in yeni bir kutup olduğu genel kabulüne karşılık Rusya’nın da Avrasya’daki hâkimiyetiyle bütün yeni kutuplarla ortaklık yapabilecek jeopolitik derinliğe ve küresel ilişkilere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak AB’nin ABD ile yol ayrımında sosyo-ekonomik yapısını ve siyasi gücünü reforme etmesi gerekiyor. Velev ki Avrupa Birleşik Devletleri projesine devam edilecekse…
2016’da İngiltere’nin AB ile geleceğini oylamak üzere Britanya’da BREXIT referandumuna gidilirken politikacılar nutuklarını tarihe yaptıkları atıflarla süslüyorlardı. Kimilerine göre eğer büyük İngiliz siyasetçi Winston Churchill hayatta olsaydı mevcut şartlar karşısında İngiltere’nin AB’de kalmasını istemezdi. Ancak Churchill’in torunu Sir N. Soames da dâhil olmak üzere pek çok İngiliz, efsane siyasetçinin bugün yaşasaydı AB’de kalmaktan yana oy kullanacağını savundular. BREXIT taraftarları, AB’nin Fransız – Alman liderliğinde bir Avrupa olduğunu, burada artık İngiliz çıkarlarına saygı duyulmadığını söyleyerek propaganda yaptılar. Peki esas mesele bu muydu?
Yeni Dünya Düzeni’nde Beklenenler
BREXIT aslında İngiltere’nin radikal bir şekilde AB’den çıkması değil, İngiltere’nin Yeni Dünya Düzeni’nde ABD ile mi yoksa Avrupa Birleşik Devletleri projesiyle mi daha yakın işbirliği yapacağıyla alakalı bir meseledir. Bunun için Londra, Paris, Berlin arasındaki görüşmelerde üç ülkenin mesuliyeti ve paylaşımları meselesinin halledilmesi gerekiyordu. Bu pazarlığı İngiliz Hükümeti adına yürüten eski Başvekil David Cameron, Brüksel’e karşı İngiliz siyasetini Londra’da ve Paris’teki bankerlerin beklentilerine uygun yönetemeyince istifası istendi ve siyasetten uzaklaştırıldı. İngiliz siyasetinde AB ile derin işbirliğini en çok destekleyenlerden Tony Blair (ki kendisi İngiltere’nin ABD ve ABD ile ortaklığının müdafiilerindendir) bunu defalarca açıkladı. Rothschild Ailesi’nin Fransa’daki lideri David René de Rothschild de Cameron’ın referandum işini iyi yönetemediğini en sarih şekilde ifade edenlerden biriydi. Aynı küresel bankerin Fransız siyasetinde desteklediği isim ise Emmanuel Macron oldu.
Macron, her ne kadar banker Lazard Ailesi’nin desteklediği gruplar tarafından zorluklarla karşı karşıya bırakılsa da Avrupa Birleşik Devletleri projesini destekleyen küresel bankerlerin desteğini arkasına almış genç ve inatçı bir siyasetçi olarak AB’nin liderliğine soyunmuş görünüyor. Elbette bunu becerebilmesi için karşısındaki büyük problemleri çözmesi gerekiyor. Zira küresel bankerlerin gözdesi Macron seçimleri kazandıktan kısa süre sonra İngiltere’nin sahip olduğu imkanların bir kısmının Fransa’ya devredilmesi gündeme getirildi. Londra’daki European Banking Authority (EBA) merkezinin Kasım 2017’de Paris’e taşınması kararı alındı. Yeni ABD Hükümeti ise Avrupa’nın enerji güvenliğini tehdit edercesine Paris İklim Antlaşması’nı reddetti ve NATO’nun AB’den daha fazla pay alması gerektiğini masaya yatırdı. Avrupa’nın askeri güvenliği ve enerji güvenliği gibi meselelerde ABD ile yola devam etmekte zorlanacağı sözleri Macron’dan işitilmeye başlandı.
Macron Hükümeti işe başladığı günden itibaren Fransız halkını ikna ederek sosyal devlet bütçesinden kesintiler yapmayı ve vergileri artırmayı hedefliyor. Avrupa projesinde Fransa’nın rolünü yükseltmek için küresel bankerlerin Fransa’yı terk etmemesini sağlamayı sağlamak zorunda olduğunu biliyor. (EBA’nın Paris’e taşınma kararının yıl dönümü) Kasım ayında birden Fransa’da asayiş bozulduğunda Fransa’da sokaklar yanarken ABD – AB hattında yeni dünya düzeninin enerji piyasaları meselesi başta olmak üzere bazı pazarlıklar yapılıyordu. Pazarlıklar sona ererken Fransa’daki sokak gösterileri de sona erdi.
Çift veya çok kutuplu yeni bir dünyaya geçişte ABD nasıl sınırlandırılıp Avrupa nasıl konumlandırılacak? Bunları zaman gösterecek. Nitekim AB, ABD’nin doğuşundan daha sancılı badireler atlatarak kurulmuş küresel bir yapıdır. Bu yapının projesindeki son hali tam olarak ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüşmeden tarihe gömülmesi elbette mümkündür. Daha önceden olduğu gibi… Lakin (İngiliz İstihbarat Teşkilatı MI6 Başkanı Alex Younger’ın da geçenlerde dile getirdiği gibi para ve teknolojik üstünlük Batı’dan Doğu’ya doğru (Çin istikametinde) kayıyor, dolayısıyla küresel güç de Batı merkezli olmaktan çıkıyor. BREXIT sonrasında Avrupa’nın yükselen finans merkezlerinden biri olacağı spekülasyonları yapılan Frankfurt ve Alman finans sektörü için Amerikan J. P. Morgan ve Çinli bankaların yatırım planladığı iddiaları ortalığa yayılırken Rothschild ve Lazard bankerlerinin Fransa’da yeni bir ekonomik yapı kurmaya hazırlandıkları görülüyor. Bütün bunlar olurken AB, Yeni Dünya Düzeni yolunda bir türbülansa girmiş olabilir ancak ne İngiltere’nin ayrılmasıyla (ki bu da belirsizliğe itilip Noel sonrasına bırakıldı) ne de ABD’nin tehdidiyle hemen dağılacak bir yapı değildir. Kim bilir, belki de küresel bankerler ve Avrupalı siyasetçiler bu yapıyı yeniden yapılandırarak yeni küresel nizamda üstleneceği role doğru iterlerken Avrupa sokaklarında sancılı bir dönüşümün tezahürleri yaşanıyor.