Islâm medeniyetinin ilk büyük kriz zamanları… Hem yıkılış hem de yeniden kuruluş sancıları…
Bir yanda, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayan, İslâm dünyasını harabeye çeviren Moğol saldırıları…
Öte yanda, Haçlıların, girdikleri her yeri yağmaladıkları, İslâm dünyasını kana boyadıkları, sadece Müslümanları değil Yahudileri ve lokal dinlerin, kültürlerin müntesiplerini de kitleler hâlinde kılıçtan geçirdikleri, katliam üstüne katliam yaptıkları, hiç bitmeyen, hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken, İslâm âlemini kan gölüne çeviren büyük felâketler silsilesi…
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de içerde kaynayan, kaynatılan fitne kazanları, emirlikler, sultanlıklar, beylikler arasındaki iktidar ve güç savaşları…
Mahşer provası gibi… Yeryüzü cehennemi sanki…
Ve Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi…
YERYÜZÜ CEHENNEMİNİ ANDIRAN BİRİNCİ BÜYÜK MEDENİYET BUHRANINI NASIL AŞTIK?
1258’de Bağdat düşüyor… İslâm medeniyetinin kalbi, her şeyi Bağdat.
1326’da Kurtuba düşüyor… Endülüs’ün gözbebeği, hür düşüncenin yurdu, insanlığın düşünce ufku, barbarlığın her çeşidini yaşayan Avrupalılara evrensel Müslüman kozmopolis’in numûne-i imtisalini sunan Kurtuba.
Endülüs, zamanla, 1492’de İşbiliye’nin düşüşüyle tarihten silinecektir…
Ama Bağdat’ın düşüşüyle sonuçlanan Abbâsî hanedanlığının çatırdamasıyla, Selçukluların tarih sahnesine çıkmasıyla ve nihayet Osmanlı’nın gelişiyle birlikte İslâm medeniyeti, hem eksen değiştirecek hem taze kan devşirecek hem de toparlanacak, bütün dünya tarihini tam sekiz asır Müslümanların yapmalarını mümkün kılacak büyük bir medeniyet atılımına imza atacaktır…
Bağdat’ın düşüşü, Kurtuba’nın tarihten silinişi, Horasan ve Türkistan havzasının yeni Müslüman olan şehirlerinin, Merv’in, Tûs’un, Nişabur’un, Semerkand’ın ve Buhara’nın yerle bir edilişi, cehenneme çevrilişi, Müslümanların dünyevî her şeylerini yitirmelerine yol açtı. Ama Müslümanların Selçuk ve Eyyûbî çocuklarının birbirlerine omuz vermeleriyle toparlanmalarını, yangın yerine dönen âlem-i İslâm’ı toparlamalarını, bütün belâları birer birer defetmelerini, yürekleri fethedecek bütün insanlığı diriltici, bütün insanlığa hayat sunucu muazzam ve muazzez bir medeniyet yürüyüşü gerçekleştirmelerini önleyemedi.
Zahmetsiz rahmet olmazdı. Fikir ve oluş çilesi çekilmeden hakikat lûtfedilmezdi.
Müslümanlar yılmadılar, yıkılmadılar, özellikle Selçuk çocuklarının önderliğinde ayağa kalktılar, hakikatin bayrağını Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar dalgalandıracak uzun bir yolculuğa çıktılar…
Emperyalist Roma gibi, emperyalist Avrupa gibi, güce değil, hakikate dayalı evrensel bir medeniyet geliştirdiler; Medine’den süt emen, herkese hayat hakkı tanıyan, insanlığa hakkaniyetin, silmin, selametin, adaletin ve sulhün ne demek olduğunu öğreten aşılamamış evrensel bir kosmopolis inşa ettiler.
MAHŞERİN ÜÇ ATLISI: MELİKŞAH, NİZAMÜLMÜLK VE GAZÂLÎ
Bu diriliş yolculuğunun, tarihin akışını değiştiren başlangıç noktası ve kilometre taşı, mahşerin üç atlısının tarih sahnesine çıkmasıydı: Kurucu Melikşah, uygulayıcı Nizamülmülk, temelleri koyucu Gazâlî.
Gazâlî’nin fikrî önderliğinde, Nizamülmülk’ün çelik dirayeti ve Melikşah’ın güçlü liderliğiyle çeyrek asırda bin yılın tohumlarını ekecek, hem İslâm medeniyetinin, daha önceki tarihinde görülmemiş ölçekte uzun soluklu ve köklü bir medeniyet atılımının gerçekleştirilmesini sağlayacak hem de bundan sonraki bu tür büyük ölçekli krizlerin nasıl aşılabileceğini gösterecek tarih açılımı, ruh atılımı gerçekleştirildi.
Bu atılımın gerisinde bu atılımı hayata geçiren öncü kişi olarak Nizamülmülk vardı.
Nizamülmülk sadece tarihi kuran bir kişinin adı değildi; insanlığa sunulan bir Dünya Nizamı’nın da adıydı.
Bugün iki asırdır yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinde de benzer büyük sorunlarla boğuşuyoruz: Müslüman Zihni, Müslümanca Yaşama Zemini ve Müslüman Zamanı çöktü.
İşte bize hem bu krizi aşmamızı sağlayacak donanıma, dirayete ve inanca sahip yeni bir Nizamülmülk gerek, hem de dünyada hakkaniyeti, sulhu, selameti ve adaleti yeniden yeşertecek bir dünya nizamı.
Nizamülmülk bunu nasıl başarmıştı, peki?
“GECE ORDULARI” OLMADAN ASLÂ!
Oxford’dan Marburg’a, Palermo’dan Bologna’ya, Padua’dan Paris’e kadar Batı üniversitelerinin temelini de oluşturan medrese devrimiyle gerçekleştirmişti.
Bir önceki yazımda da dikkat çektiğim gibi,öylesine köklü ve uzun soluklu, bin yılı inşa eden bir devrimdi ki bu, devlet bütçesi su gibi eğitime akıyordu.
Bazı kişiler, Nizamülmülk’ü, Melikşah’a şikayet ettiler. Şöyle dediler: “Sultanım! Nizamülmülk’ün eğitime yaptığı bu devâsâ yatırımla, İstanbul’u fethedebiliriz!”
Melikşah, vezirini çağırdı, hesap sormaya kalkıştı.
Nizamülmülk’ün Melikşah’a verdiği cevap, bizi de silkeleyip kendimize getirmeye yetecek niteliktedir:
“Sultanım! Ben, gece orduları yetiştiriyorum. İlim, fikir, zikir ve ruh orduları. Maddî ordularının ulaşamayacağı yerlere onlarla ulaşabilirsin. İnançlarımızı, ruhköklerimizi her dâim diri tutacak, biz yok olsak bile inançlarımızın yaşamasını sağlayacak tohumları ekiyorum.”
Sözün özü: Maddî ordularınız ne kadar güçlü olursa olsun, gece ordularınız, manevî ordularınız, ilim, fikir, zikir, sanat ve ahlâk ordularınız yoksa, çürümekten ve yok olmaktan kurtulamazsınız.
Not: Bugün İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde İpekyolu Medeniyet Araştırmaları Merkezi olarak Nizamülmülk’ün bininci doğum yılı vesilesiyle “Nizamülmülk Bin Yaşında” başlıklı, iki gün sürecek bir sempozyum yapılacak. Sempozyumda güzel tebliğler var. Kaçırılmayacak bir sempozyum.