Batı’da “Ortadoğu” denen coğrafyada yüzlerce sene devam eden Osmanlı hâkimiyeti yerini “İngiliz asrı” denen 19.yüzyılda Britanya’ya bırakmıştı. Britanya – Uzak Doğu ticaret güzergâhındaki bu kilit coğrafya Londra için emniyeti sağlanması gereken bir bölgeydi. Ancak İngilizlerin Fransız, Alman, Amerikan ve Rus rakipleri ile anlaşmakta zorlandığı zamanlarda bu coğrafyada büyük gerginlikler yaşanmıştır. Amerikalılar, 1910’lu yıllarda bu bölgeye girmeye çalışıp 1950’lerden itibaren bölgedeki İngiliz hâkimiyetini devralmışlardır. Ortadoğu’nun son 100 yılını anlamak, bölgedeki İngiliz ve Amerikan çıkarlarını anlamakla mümkündür.
Günümüz Batı medyasının dijital yayın sürmanşetlerinde ve basılı yayın organlarında serlevha haber mevzusu olan Türkiye ve Suudi idaresi; Türkiye ve Katar’ın dostu, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) düşmanı olarak bilinen Gazeteci Cemal Ahmet Kaşıkçı cinayeti bahanesiyle karşı karşıya gelmiş ya da getirilmiş gibi görünüyor. Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak için Batılı bazı merkezlerde bu iki ülkeyi birbirine karşı denge unsuru haline getirme stratejisinin desteklenip desteklenmediği ayrı bir mütalaa mevzusudur. Ancak iki ülkenin Arap dünyasındaki nüfuz yayma politikaları nihayetinde Ankara – Riyad arasında çıkar çatışmasına yol açınca iki tarafın savunucuları tarihe atıf yaparak arşivlerde kalan kötü günlere dikkat çekmeye başladılar. Suud destekli medya gruplarında Türkiye ve Osmanlı aleyhinde görüşler seslendirilirken Ankara’yı destekleyen Türk medyası ve Katar medyasında Suudi karşıtı yazılar yayınlanıyor. Peki, Suudilerin Arabistan’daki Osmanlı idaresinden ayrıldıktan sonra İngiliz desteğiyle çölde yayılması ve daha sonra Amerikalılarla yola devam etmeleri nasıl olmuştu? Ortadoğu’yu kontrol etmek isteyen İngiliz stratejisine karşı Amerikan petrolcülerinin bölgeye girme çabaları bölgenin sınırlarını nasıl şekillendirmişti? Gündemde jeopolitik ağırlıklı sebepler yüzünden siyasi ihtilaflar yaşanırken biz tarihe bakalım.
Anadolu Dağlarında Cumhuriyet, Arabistan Çölünde Krallık
1918’de Almanya çökünce Talat Paşa sadrazamlığındaki Osmanlı Hükümeti de dağıldı ve İngilizlerle sulh imzalamak için kurulan yeni hükümet 30 Ekim günü Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Bundan iki hafta sonra İstanbul’u işgal eden İngiliz ve Fransız orduları fiilen Osmanlı Devleti’ni çökerttiler. Ancak İngiltere ve Fransa’nın siyasi kadroları arasında Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağına dair ihtilaflar devam etmekteydi.
Mart 1920’de İngilizler İstanbul’daki (son) Osmanlı Meclisi’ni kapattırınca Anadolu’daki Milli Mücadelecilerin Ankara’da yeni bir hükümet kurmaları için meşru bir ortam oluştu. Nisan’da Büyük Millet Meclisi (bugünkü TBMM) kuruldu. Ağustos’ta Sevr projesi Osmanlılara dayatıldı. İngilizler, 1921’de Londra’da yapılan görüşmelerde Anadolu’da Osmanlı Hükümeti ile mi yoksa Ankara Hükümeti ile mi yola devam edeceklerine karar verdiler. Böylece 1922’de başlayan Lozan görüşmelerine Ankara Hükümeti davet edildi. Bu, Osmanlı monarşisinin tasfiye edileceğini ve yerine cumhuriyetin kurulacağını gösteriyordu.
Yeni kurulacak olan Türkiye’nin Lozan’da tanınmak ve meşru bir devlet olabilmek için Londra’dan destek almaya ihtiyacı vardı. Lozan’a giden Ankara Hükümeti’nin elinde Yunan Ordusu’nu yenmiş olmanın gücü değil başka kozlar vardı. Hilafet, saltanat, Musul ve Batum gibi elinde maddi ve “manevi” büyük kozlar olan Ankara Hükümeti, uzun süreçler sonuncunda Lozan’da “netice alabildi.”
1922’de saltanat kaldırılınca 1923’te Lozan’ın ikinci aşaması nihayete erebildi. 1924’te hilafet kaldırılınca İngiltere de Lozan’da imzalanan antlaşmayı tanıdı. Böylece kurulan Türkiye Cumhuriyeti, sınırları ötesindeki tüm iddialarından vazgeçip içeride reformlar yapmaya başlayacaktı. 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılarak hem muhafazakârlar hem de sosyalistler ve bütün muhalifler susturulmaya başlandı. Zira o günlerde Ankara’da İngilizlerle Musul’un İngiltere’ye bırakılması görüşülüyordu. Lozan’da Fransızlar ve Amerikalılar İngilizlerin işini zorlaştırdığı için İngiltere ile yeni kurulan Türkiye arasında bu meselenin halli tehir edilmişti. Böylece yeni görüşmeler sonucu 1926’da nihayete eren Ankara Antlaşması’yla Musul da İngiltere’ye bırakıldı. Aynı yıl İstanbul’a Mustafa Kemal Paşa’nın heykeli dikildi ve İslamiyet temelli şer’i hukuk ilga edilip Batılı kanunlar “Medeni Kanun” olarak kabul edilmeye başlandı. Bundan sonra başlayacak olan iç siyaset, ıslahat anlayışlı reformlarla değil revolution mantıklı kökten değişiklikleri beraberinde getirecekti. Ancak Ortadoğu’da ‘reform’ peşinde koşan bir diğer rejim daha vardı: Suudi Emirliği.
Anadolu’da bunlar yaşanırken Arabistan’da da Haşimiler ile Suudiler arasında ve ayrıca Suudilerin kendi içlerinde olmak üzere iki mücadele yaşanmaktaydı. Suudi Arabistan Emiri Abdülaziz İbni Suud, batısında Şerif Hüseyin ve doğusunda İhvan ile mücadele ediyordu. Bu İhvan, 1920’lerde Mısır’da teşkilatlanan Hasan el-Benna ve arkadaşlarının kurduğu İhvan-ı Müslim’den farklı bir grup olan Arabistan’daki Suudilerin “kardeşler” denen “cihatçı” ekibiydi. Hicaz’daki Haşimiler, İngiliz desteğini kaybedince Suudiler İslamiyet’in mukaddes beldelerini yüzlerce sene elde tutan Haşimilerin elinden almak üzere harekete geçtiler. O günlerde petrolü ve ciddi bir geliri olmayan Suudiler için Hicaz’ı almak hac gelirlerini Riyad’a bağlamak ve Cidde Limanı’ndan gelir elde etmek olacağı için çok mühimdi. Ancak çölde Suudilerin müttefiki İhvan isyan edip İbni Suud’a başkaldırınca işler zorlaşmaya başlamıştı. Çölde Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarmaya gerek yoktu ancak İhvan’ın İbni Suud’u öldürmekle tehdit etmesi Türkiye’deki İzmir Suikastı vakasına çok benziyordu. Hatta sonuçları itibariyle de çok benzeyecekti.
1923’te Türkiye’de hilafetin ilgası için adımlar atılınca İbni Suud derhal bir adamını Ankara’ya gönderip Mustafa Kemal Paşa’ya yakınlık göstermeye başladı. Yeni halifenin Mustafa Kemal olacağını sanıyorlardı. Suudi Elçi, Emir Abdülaziz’in M. Kemal Paşa’ya hürmet ettiğini ve “İslam’a bir Mustafa Kemal veren Allah’a şükürler olsun!” diyerek dua ettiğini söyledi. Hatta Şerif Hüseyin’e saldırıp Hicaz’ı ele geçirmeye hazırlanan Suudi Emir, Mekke’de bizzat Mustafa Kemal’e dua edecekti.
Ruslar, İngilizlerin Arabistan’ı idare etmekte zorlandıklarını fark edip 1924’ten itibaren bölgeye alakalarını artırmaya başladılar. Böylece bir yandan Suudilere yakınlaşmaya başlayan Sovyetler, aynı zamanda Hicaz’da tutunmakta İngiliz desteği alamayan Şerif Hüseyin’e yaklaştılar. Suudiler ise aynı yıl içinde Mekke’ye girdikleri gibi bir sonraki yıl içinde Medine’yi ele geçireceklerdi. Bu dönemde Amerikan Rockefeller şirketleriyle Sovyetler liderliği arasında Bakü petrolleri ve Sovyetlerin kalkınma projelerine kredi desteği için gizli ortaklık müzakereleri yapılıyordu. Muhtemelen Sovyetlerin Arabistan’da İngiliz nüfuz sahasını daraltma hamlesi, Amerikalılardan destek bulan Rusların elini güçlendiriyordu. Nitekim 1925’te Sovyetler bir yandan Ankara’da İngilizlerle görüşerek Musul’u vermeye hazırlanan Türk Hükümeti’ni İngilizlere karşı kışkırtmaya çalışırken diğer yandan Suudileri para, silah ve mühimmat desteği vaat ederek İngiliz safından uzaklaştırıp kendilerine yaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Türkiye’de 1925’ten itibaren Takrir-i Sükûn Kanunu ile içeride muhalifler bertaraf edilmeye başlandı. Hükümeti rahatsız den sosyalist, dindar ve sair bütün gazete ve mecmualar kapatıldı. Ankara’yı rahatsız edecek en ufak bir ifadenin basında yer almasına izin verilmeyecekti. Aynı yıl içinde Musul İngilizlere bırakılırken basında muhalif bir ses görülmedi ve bu milli mesele adeta kısa sürede unutuldu. Çölde ise İngilizler Sovyetlerden daha güçlüydüler ve Suudiler Mayıs 1926’da Medine’deki türbeleri yıkmaya başlamışlardı bile. Suudilerin bu tavrı Vehhabi itikadı dışındaki bütün Müslümanların tepkisini çekmeye başlarken aynı yıl Musul da Türklerden alınmış oldu. İngilizler, Medine’de yaşanan yıkımın İslam dünyasında tepki görmesinin İngiliz çıkarlarına aykırı olmadığına karar verdikleri için İbni Suud’a bu noktada baskı yapmayı uygun görmediler.
Hedef: Çölün Siyah Altınları
Suudileşmekte olan Arabistan, iç krizlere gark olmuş, iç savaş çöle yayılmıştı. İbni Suud, “kardeşler”i olan müttefiki İhvan grubuyla ihtilaf yaşıyordu. İhvan, isyan edip çölde Suudileri tehdit etmeye başlayınca, 1927’de Abdülaziz İbni Suud, İhvan’ın kendisini ve politikalarını tekfir eden iddialarını Vehhabi ulema konferansında değerlendirmeyi teklif etti. Suudiler meseleyi böylece çözmeyi hedeflemişlerdi ancak İhvan bu teklifi bir tuzak olarak görüp olumlu cevap vermedi. Bu kez Riyad uleması İhvan Hareketi’ni “yoldan çıkmış sapkınlar” olarak ilan etti. İhvan lideri el-Duveyşi de “sapkın eşkıyanın elebaşı” olarak görülmeye başlandı. Kendisinin ve takipçilerinin canı ve malı helal ilan edildi. Bütün çölü kendi imkânlarıyla idare etmesi mümkün olmayan İbni Suud’un silahı ve mühimmatı azalıyordu. Emir, hayli zor durumda kalabilir, Hicaz’da zaten iktidarına karşı kin besleyenler varken Necd’deki düzen de bozulabilirdi. Görünen o ki sadece İngilizler Suud’a yardım ederlerse işler yoluna girecekti. Nitekim aynı yıl İngiltere ile Suudiler arasında Cidde Antlaşması imzalanınca Suud’un bağımsızlığı kabul edilmiş oldu. Böylece meşru bir devlet olan Suudi Emiri, Hicaz ve Necd’in hâkimi olarak tanınmıştı ve antlaşma aynı zamanda Suudilerin İhvan’dan korunacağının alametiydi.
İhvan, İbni Suud’u devirip Suudilerin elindeki Vehhabi Devleti’ni ele geçirme iddiasıyla taarruza geçti. Bu esnada çölde İngilizler ve Amerikalıların başka hesapları vardı. İngilizler, Arabistan Yarımadası’nın Osmanlı sonrasında tek hâkimi olduklarını iddia ederlerken Amerikalılar bölgede petrol aramak istiyorlardı. Kuzeyde Türkiye ve güneyde Suudi devletlerinin varlığı kabul edildikten sonra nihayet 1928’de İngiltere, Fransa ve ABD arasında Ortadoğu’daki petrol ve maden arama izinleri için çizilen Kızıl Hat haritası üzerinde antlaşma kabul edildi. Türkiye ve Arabistan’ı da ihtiva eden bu harita, küresel ortakların aralarındaki muhtemel ihtilafları önlemek için hazırlanmıştı. İngiliz stratejisi ise bu haritanın kabulüyle Ortadoğu’da aktif olmak isteyen Amerikan şirketlerin İngiliz siyaseti tarafından kontrol altında tutulmasını hedeflemişti.
İngilizler, İbni Suud’u tehdit eden İhvan’a karşı Suudileri destekleyeceklerini söylediler. Kızıl Hat haritası kabul edildikten sonra bölgedeki meşru devletlerin güvenliği sağlanmalıydı. Nihayet 1929’da son sahnesi yaşanan Suudi – İhvan savaşında İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin desteğiyle İbni Suud çöldeki düşmanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak oldu. Şimdi sıra çölün altındaki “siyah altın”ı paylaşmaya gelmişti.
İngilizler ile Amerikalı petrol şirketlerinin temsilcileri arasında sürekli görüşmeler yapılıyordu. Eskiden Rockefeller Ailesi tarafından kurulmuş ve küresel güce ulaşıp dünya petrol piyasasının ciddi bir kısmını kontrol eden Standard Oil Şirketi geçmişten beri Londra ile Amsterdam’da Rothschild destekli kurulmuş olan Royal Dutch Shell ile kıyasıya bir rekabet içindeydiler. Standard, 1911’den sonra alt şirketlere bölünerek tasfiye edildiğinde bu tasfiyeden en çok kimin karlı çıktığı ayrı bir mevzudur. Ancak Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi sonrasında Almanların Musul’daki payını kaybetmesiyle Irak’taki petrolden hisse alan Fransızlar, Paris’teki bankerlerin desteğiyle kurulmuş olan CFP (bugünkü TOTAL) ile Ortadoğu’daki ham madde paylaşım sahasına girdiler. Fakat Fransızlar Körfez’e yanaştırılmayacaktı. Londralı bankerlerin sermayesiyle desteklenen ve İngiliz Hükümeti’nin kontrolündeki İngiliz – İran Petrol Şirketi (bugünkü BP) de yeni paylaşımın en büyük ortaklarından olacaktı. Musul’daki kaynakların Avrupa’ya pazarlanmasında ortak olan bu şirketlerin Ortadoğu’da yeni kurulan ülkelerin siyasi sınırlarının çizilmesinde belirleyici amil olduklarını söyleyebiliriz. Keza zikredilen şirketler arasında anlaşmazlıklar yaşandığında bu İngiliz, Fransız ve Amerikan hükümetleri arasında mesele olarak masaya yatırılmıştır.
Günümüzdeki El-Kaide (ve DAEŞ) gibi yapıların 1920’lerdeki bir versiyonu olan (yukarıda sözünü ettiğimiz) ‘İhvan’, İngiliz desteğiyle ortadan kaldırılınca Suudilerin sahip oldukları çöllerde maden arama imtiyazını İngilizlere vermesi bekleniyordu. Aslında bunu bizzat bir İngiliz şirkete teklif etmişlerdi ancak istedikleri karşılığı alamamışlardı. Standard’ın adamları daha aktiftiler. Nasıl Anadolu’da kurulan Cumhuriyet Musul’u bırakmadan meşruiyetini kazanamadıysa Arabistan’daki Suudi Emir de İngilizce konuşan şirketlere petrol imtiyazı vermeden devletini ilan edip milletlerarası sistemde tanınamayacaktı. Ancak Suudi Arabistan’ın kuruluşu İngiliz desteğiyle olsa da 1932’de Suudi Krallığı (Emirliği) olarak tanınması İngilizler kadar Amerikalıların desteğiyle olacaktı. Ve ertesi yıl ABD’li petrol şirketleriyle Suudiler arasında bugünlere dek uzanacak büyük bir antlaşma imzalanacaktı. Bu antlaşma, bugünkü Suudi devi ARAMCO şirketinin Amerikan sermayeli başlangıcıydı. Peki, bu antlaşmaya kim aracılık etmişti?
Suudi Petrolü İngiliz Casusunu Hidayete Erdirdi!
Standard Oil’in İbni Suud ile anlaşmasını sağlayan kişi eski bir İngiliz casusu olan Mr. Philby idi. Uzun beyaz sovbuyla (fistanlı) çölde “Şeyh Abdullah” ismiyle dolaşıyordu. I. Dünya Harbi esnasında İngiliz askeri istihbaratı, Harry John Philby gibi bazı kişileri İbni Suud ile görüşmeye göndermişti. Aynı dönemde Enver Paşa’nın İbni Suud’u İngilizlerden uzak tutmak üzere gönderdiği Türk heyeti de Necd’deydi. Ancak 1915’te İbni Suud, İngilizlerle gizli bir antlaşma imzalayıp silah, para ve gıda takviyesi alarak Osmanlı safından ayrıldı ve Türk heyeti eli boş gönderdi. Zaten ertesi yıl Hicaz’daki Şerif Ailesi de benzer bir hamleyle Osmanlı safından ayrılacaktı. 1915’te Osmanlı safındaki İbni Reşid ile İngiliz destekli İbni Suud savaşırken bu savaşı idare eden İngiliz askeri istihbaratçılardan William Shakespear de orada hayatını kaybetti. Philby ise Necd’deyken İbni Suud’un oğlu Faysal ile tanışmış ve aralarında dostluk başlamıştı. Mr. Philby, savaş sonrasında Hicaz’a gitti ve Cidde’de ticaret yapmaya başladı. Faysal ve babasının yanına yaklaştıkça çöle daha fazla hâkim olmaya başladı. O kadar ki artık Philby’nin şirketi İbni Suud’a borç vermeye başlamıştı ve kendisi Arabistan çöllerini boydan boya dolaşıp nerelerde petrol aranabileceğini kurgulamaya başlamıştı. Ancak Cidde’deki İngiliz diplomatların raporlarında kendisine şüpheyle yaklaşıldığı belli oluyordu.
Mr. Philby, 1930 senesinde “kelime-i şahadet” getirdi. Riyad ve Cidde’de çevresi genişliyordu. Aslında İbni Suud’un çevresindekiler O’nun hidayetine hep şüpheyle baksalar da Suudiler arasında “Şeyh Abdullah” ismiyle zikredilmeye başlanan bu adam, (bizzat incelediğim) İngiliz arşivlerinde hep “Mr. Philby” olarak kayıtlıydı. Amerikan arşivlerine bakacak olursak ABD’de ve İsrail’de de hep “Philby” ismiyle biliniyordu. Ancak eskiden beri gayet pragmatik davranan İbni Suud için Abdullah Philby’nin neye inandığı değil kendisine neler vaat ettiği önemliydi. Suudi Emir, danışmanlığını yapan bu (eski) İngiliz casusundan kendisini petrol zengini yapacak arabuluculuğu halletmesini bekliyordu. Bu dönemde İsrail’i kurmaya çalışan Siyonist lobiciler de Londra – Washington hattında çalışırlarken Arap dünyasında ortak çalışacakları bir lider arayışındaydılar. Philby vasıtasıyla İbni Suud’a uzandılar ve O’nun Filistin’de İsrail Devleti planına destek vermesini istediler. İsrail’in ilk reisicumhuru Haim Weizmann, o günlerde İbni Suud ile ortaklık projesi geliştirmişti. Mr. Philby’den bu ortaklığın hayata geçirilmesi için aracılık yapmasını rica ettiyse de bazı sebeplerden ötürü bu hedefe ulaşılamadı. İsrail’in kurulmasını İngiliz bürokratların geciktirdiğini söyleyen Siyonistler, pek çok İngiliz ismi kötüledikleri gibi Philby’i de “alçak” bir kişilik olarak tasvir ettiler.
1950’lerde küresel rekabet gücü Londra’daki siyasi iradeyi geçen ABD’nin Ortadoğu’daki İngiliz hâkimiyetini de devraldığı bilinmektedir. Keza Türkiye’nin de iç siyasette çok partili döneme geçip dış politikada NATO’ya dâhil olunmasıyla ABD nüfuzunun yerleştiği bilinmektedir. Körfez’deki petro-dolar zengini ülkelere bu zenginliği nerede kullanacakları ve nereye yatırım yapacakları her zaman dayatılmıştır. Riyad, geçmişte Sovyetlere karşı ABD’nin safında yer alması beklenen pek çok “grubu” finanse ederken, bunların Suudi itikadı Vehhabilik ile aynı çizgide buluşmasını teşvik etmiştir. ABD’li meşhur stratejist Zbigniew Brzezinski’nin 2013’te Washington’da Afganistan Reisicumhuru Dr. Hamid Karzai’ye bizzat söylediği gibi “Vehhabilik ABD dış politikasında yıllarca rakiplere karşı silah olarak kullanılmıştır”. Ancak yakın bir zaman önce Suudi Veliaht Muhammed bin Selman’ın artık Vehhabiliği devlet eliyle desteklemeyeceklerini söylemesi dikkat çekicidir. Ortalıkta Sovyetler olmadığına göre demek ki Rusya’nın hala dikkatle takip ettiği Vehhabi gruplar, değişen ABD stratejisi gereği belki de artık Moskova’ya karşı kullanılmayacaktır.
Bugünden bakınca…
Londra ve New York sermayesini idare eden bankerler ve siyasetçiler lobisi, Musul’u Türkiye’den “kopartarak”, başkenti Ankara olan Cumhuriyet’i, Doğu Arabistan’da petrolün imtiyaz hakkını alarak da Suudi Krallığı’nı tanıdılar. Böylece İngiltere ve ABD’nin tanıdığı bu iki ülkeyi diğer dünya ülkeleri de tanıdılar. Aradan geçen 90 küsur sene içinde “Ortadoğu” denen coğrafyada ve “Batı” denen dünyada büyük gelişmeler ve değişiklikler yaşandı. Türkiye’nin dost ve düşman ülkeler tanımı zamanla defalarca değişti ancak Suudi Arabistan belki de hiç düşman veya rakip olarak görülmedi. Benzer şekilde Türkiye de Suudiler tarafından rakip olarak görülmemişti. Ancak 2010’lu yıllarda Arap Baharı Projesi’yle yeniden paylaşımına başlanan Ortadoğu haritasında kurulduklarından beri ilk defa Ankara ile Riyad arasında başka bir “elektrik” sözkonusu. Bu durum, 1920’lerdeki aktörlerin bölgedeki çıkarlarıyla birlikte Ankara ve Riyad’ın çıkarlarını girift bir hale getirdiği için ve iki ülke arasında kalan coğrafyanın toparlanmasında insan kaynağı ve kilit bir konuma sahip olan Türkiye ile büyük sermaye kaynağına sahip olan Suudi Arabistan’ı aynı hat üzerinde buluşturamayınca, farklı bir bölgesel tablo ortaya çıktı.
1929’daki İhvan devrildiğinde İngilizler Suudilere bu hareketin liderlerini idam etmemelerini söylemişlerdi. Bugünkü Suudiler ise, diğer İhvan ile husumet içindeler ve bir yandan Katar diğer yandan Türkiye ile hukuku olan bu hareketi büyük bir tehdit olarak görüyorlar. Peki ama tehdit ile işbirliği yapanları bertaraf ederlerken öldürmemeye dikkat ediyorlar mı? Bugün Ortadoğu’da Suudiler ve BAE liderleri Doğu Akdeniz ile Doğu Arabistan arasındaki bir ticari hatta İsrail ile ABD (içindeki bir grup) destekli aynı ittifakta yer alıyorlar. İsmi geçen ticari hattın Avrupa’ya uzanması için Türkiye’nin iddialı değil adeta, bir çok şeye rıza gösteren bir yapıya büründürülmesi gerekiyor.
Suudilerin Arabistan Yarımadası’ndaki rakipleri önceleri Haşimiler idi. Sonradan Katar Emirliği ve Abu Dabi şeyhleri oldu. Ortadoğu’daki rakipleriyse bir dönem Mısır, Saddam devrinde ise Irak oldu. 1979’dan sonra en büyük rakip İran oldu. Son günlerde yaşananlar sadece Suudi vatandaşı bir gazetecinin İstanbul’daki Suudi Konsolosluğu’nda öldürülmesinden ibaret olmayıp Ortadoğu jeopolitiğinde küresel aktörlerin hamleleri ve bu ortamda öne çıkan Türkiye ile Suudi idareciler arasındaki tarihsel sürecin bugün evrildiği yer ile de ilgilidir. Şimdilik görünen tabloya bakacak olursak tüm mahalli ve küresel aktörler arasında büyük pazarlıkların devam ettiğini söylemek mümkündür. Zira yeni bir Kızıl Hat haritasına ihtiyaç (!) vardır. Ayrıca ARAMCO’nun da Londra ve New York’taki borsalar üzerinden yeniden yapılandırılması gerekiyor. Bölgenin yeni jeopolitiğinde Muhammed bin Selman’ın dedesi Abdülaziz İbni Suud rolüne soyunduğunu varsayacak olursak ABD Başkanı D. Trump’ın damadı ve İsrail’de yatırım sahibi lobici Jared Kushner’ı da Mr. Philby’nin “kelime-i şehadet getirmemiş” ve daha az becerikli Amerikan versiyonu olarak mı görmeliyiz? Sanki tarih, şaşırmaya bile fırsat vermeyecek bir hızla tekerrür ettiriliyor.