Malum, geçtiğimiz günlerde Rus savaş uçağının Türk F-16’ları tarafından düşürülmesi, ikili ilişkileri gerdiği kadar toplumsal yansımalara da sebep oldu. Yaşanan olayın ikili ilişkiler adına yarattığı vahamet bir yana, toplumsal planda fetihçi tepkilerin fışkırması anlamında, oldukça önemli göstergelere sahipti. Benzerlerine daha önceden de şahit olduğumuz bu tepkiler, toplumun bir kesiminde diri duran fetihçi anlayışı da gözler önüne seriyor. Bu anlayışın tezahürü ise her zaman dış politikadaki sansasyonel bir gelişmeyle ortaya çıkmayabilir. Ortak mazinin zaferlerine, tanımlarına vb. sık referanslarla kurguladığı espri dünyası dahi insanların ötekine bakışını ele verebilir.
Burada özellikle vurgulamak istediğim, artık oldukça sıradanlaşmış/banallaşmış bir milliyetçilik türünün dış politika karar alımında referans haline gelme riskidir. Genel hatlarıyla, demokrasi teorisi uyarınca seçilmişler, seçenlerin değerlerini siyasete ve dolayısıyla devlet yönetimine taşırlar. Bu yoldan da halkın kendi kendini yönetimi, seçtiği vekilleri üzerinden sağlanır. İç ve dış politikadaki karar alım süreçleri de doğal olarak seçenlerin değer yargıları ve dünyayı kavrayışlarından azade değildir. Dolayısıyla dış politika alanı da içeride üretilmiş siyasal kanaatin ve kimliğin bir şekilde dışarıya taşmasına zemin olur. Bu bağlamda, bir ülkenin sınırlarının ötesindeki uygulamalarından o ülkenin serdettiği kimliğe dair doneler yakalarsınız.
Ekseriyetle Soğuk Savaş sonrasında giriftleşmiş bir alan haline gelen dış politika, günümüzde Soğuk Savaş veya öncesinde yaşanan dönemlerdeki kadar kamuoyu baskısından bağımsız değil. Kamuoyu, iç politikadaki kararları etkilediği kadar dış politikayı da etkiler ve bu ilişki ters yönlü de işler. Bir hükümet, dış politikadaki aksiyonlarını iç politika kazanımları için kullanabilir. Bugünün şartlarında, buraya kadar herhangi bir gariplik yok. Günümüzün hakim anlayışı, iç-dış politika arasındaki bu alansal bağımsızlığın hakkından gelmiş ve bunu hazmetmiş durumda.
Burada sıradan bir vatandaş olarak bana rahatsızlık veren, toplumun bazı kesimlerinde zuhur eden husus/çelişki, yabancı bir ülke uçağının uluslararası hukukun devletlere sunduğu haklardan faydalanarak etkisiz hale getirilmesine rağmen, yine uluslararası hukukun kesin suretle yasakladığı “uluslararası politikada güç kullanımı yoluyla toprak edinilmesine” yeltenilmesidir. İlk eylem, bir devlet eylemi olmakla birlikte ikincisi daha ziyade toplumsal köklere sahip bir anlayışı gösteriyor. İşte devlet, tam da bu noktada özerk davranabiliyor. Bazen bu alkış kıyametin cazibesine kapılsa da…
Bu anlayış, fırsatını bulduğumuzda bütün dünyayı Türk yapabileceğimize dair sağlam bir inanç besliyor. Hep bir fırsat kolluyoruz, sadece bir tek fırsat. Ah bir elde edebilsek! Görecekler Türk’ün gücünü! Daha ulusal sınırları içerisindeki yüzyıllık sorunlarını çözememiş bir devletin, dünyaya nizam vermesinden bahsediyoruz…
Hem de bir uçak düşürerek!
Yani oldukça defansif bir eylemle!
Şaka olmalı!
Dış politika, bu denli fevri hamleler yapabileceğiniz bir alan değil. Yaparsanız da devlet olarak hayatta kalabilmeniz pek mümkün değil. Toplumun en azından üniversite eğitimi alan, hatta direkt olarak uluslararası ilişkiler eğitimi alan gençlerinin bile bu ve benzeri perspektifleri ciddiyetle savunmaları, eğitim sistemimize dair de işaretler barındırıyor elbet.